Yıldırım Ağanoğlu sayfasına hoşgeldiniz
Bu sayfada yaptığım araştırmalar, kitap ve makalelerim, televizyon programlarım hakkında bilgiler bulacaksınız. Balkanlar konusundaki yazılarım, ilgi alanlarım ve çeşitli haberleri de paylaşmaya çalışacağım. Yorumlarınızı ve eleştirilerinizi bekliyorum. Balkanları unutmayalım
25 Aralık 2011 Pazar
GÖÇ kitabım İz yayıncılıktan çıkacak
Merhaba
şu ana kadar 6 baskı yapan "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Balkanların Makus Talihi Göç" kitabımin 7. baskısı genişletilmiş ve gözden geçirilmiş baskısıyla İz yayıncılıktan ocak 2012'de çıkacak. değerli okurlarımın bilgisine
“ELVEDA RUMELİ” HAKKINDA
“ELVEDA RUMELİ” HAKKINDA
Bir dizi hakkında yazı yazmalı mıyım, yoksa yazmamalı mıyım? Çok düşündüm. Ancak gördüm ki bu dizi film bir şekilde Rumelililerin gündemine girmeyi başardı. Evet, yıllar sonra bir Rumeli konulu bir dizi seyrediyoruz. Bu bizim için aynı zamanda hem sevindirici hem de şaşırtıcı oldu. Her şeyden önce bu dizi hakkındaki beklentilerimiz, daha seyretmeden çok fazlaydı. Bir de Rumelili olup da bu gözle izleyince, bizim tarafsız yorum yapmamız oldukça zor olsa gerek.
Diğer bir konu haziran sonu temmuz başıydı herhalde bir gün Dernek Yüksek İstişare Kurulu Üyemiz Lütfü Türkkan beni aradı. Erdal Özyağcılar’ın kendisini aradığını, bir dizi çekileceğini ve “Rumeli ağzı” konusunda yararlanılacak yazılı kaynak var mı diye sorduğunu belirterek yardımcı olmamı istedi. Ben de bulduğum birkaç kitap ve makaleden fotokopi hazırlattım. Ben yoktum ancak değerli sanatçı Erdal Özyağcılar bizzat Rumeli Türkleri K. D. Derneği’ne gelmiş ve bu kaynakları teslim almış. Bu konuda da derneğimizin bir müracaat merkezi olduğunu görmek ve yardımcı olmak beni fevkalade memnun etti.
Nihayet dizinin yayın günü gelip çattı. İster istemez bir tarihçi gözüyle olaya baktım. Gördüğüm yanlışlıkları aktarmak zorundayım. Bir baktım ki hikâye Pürsıçan diye bir kasabada geçiyor. Bildiğim kadarıyla tarih boyu bu kasaba Üsküp yolu üzerinde olmamış, Üsküp ile de idari açıdan hiç alakası olmamıştır. Ama nedense hikâyede zaman zaman Üsküp adı geçiyor (Aleks’in Üsküp’ten gelmesi, Hâlbuki yakın olan merkez Selanik’tir). Pürsıçan kasabası Osmanlı Devleti’nde idari olarak Drama kazasına ve Selanik Vilayeti’ne bağlıydı. Çok küçük hatta köy bile sayılabilecek bir nahiye idi. Mülki amir Nahiye müdürüydü.
Dizide gösterilen Pürsıçan ise son derece zengin binalara sahip adeta büyük bir şehir. Mesela hükümet konağı ve diğer binalar son derece modern. Bunun sebebi filmin şehir sahnelerinin, Makedonya’nın Manastır ve Ohri şehirlerinde çekilmesidir. Dolayısıyla mekânlar harika, ancak küçük bir kasaba olan Pürsıçan için bu mekanlar inandırıcı olmamış. Sonra senaryoda niye Pürsıçan, Rumeli’de başka kasaba mı kalmadı. Zannedersem sadece adındaki gariplik ve ilgi çekiciliği yüzünden olsa gerek. Senaryoyu hazırlayanlar çeşitli kitap, film ve senaryolardan epey yararlandıkları(!) ortaya çıkıyor. Bazı esinlenmeler olabilir ama bu kadarı da fazla gibi.
Bir kere konu Damdaki Kemancı hikâyesiyle aynı, özneler ve ülkeler değiştirilmiş. Ana karakterin fakir bir sütçü olması, kızlarını zengin biriyle evlendirmek istemeleri. Fakat kızın bir terziyle evlenmesi. İmparatorluğa başkaldıran bir genç ile diğer bir kızın evlenmesi, diğer kızın farklı bir din taşıyan biriyle evlenmesi, ailenin dağılan imparatorluk yüzünden göç etmek zorunda kalması birebir örtüşüyor. Gelelim Namık ya da Tıbbiyeli Mustafa karakterinin karapoşulu haline, o da atv’de geçen yıllarda sona eren Kurşun Yarası diye bir dizi hikâyesinde ortaya çıkan karapoşuluya benziyor. O filmde de düğün basılıyordu mesela.
Yine bütün tartışma gruplarında gözden kaçırılan bir tesbiti de ilk defa ben yazayım. Hikâye ve kasabanın ismi Türk Tarih Kurumu yayınları arasında Ankara 1979 tarihinde basılan Tahsin Uzer’in, Makedonya Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi adlı kitabındaki anılarından alınmış. Çünkü Tahsin Uzer 1897’de Pürsıçan kasabasına 19 yaşında bir nahiye müdürü olarak atanmış. (Günümüzde nahiye müdürlüğü kalmadığından senaristler bunu kaymakam diye değiştirmişlerdir diye tahmin ediyorum) Uzer kitabında “bana gençliğim ve toyluğumdan dolayı kızan müdür diyorlardı” diyor. Filmde “kızan kaymakam” olmuş. Yine vergi vermediklerinden ağaçta bırakılma cezasına çarptırılan köylüler ve kasabada bulunan subayla kavga sahnesi de birebir aynı. Yani kitap sitelerine girip Makedonya diye yazılınca, çıkan sonuçlar arasında bu kitaba bakıldı diye mi, kasaba adı Pürsıçan oldu. Garip !! İnanın bu küçük kasaba hakkında arasanız başka yayın bulmanız o kadar zor ki?
Kasabada Pürsıçan kaymakamını bağlı bulunduğu vali toplantıya çağırıyor. Hangi vilayet biliyor musunuz Manastır Vilayeti. Yahu en azından Pürsıçan idari olarak Selanik’e bağlıydı. Onu tutturun bari. Bir tarihçiye sorsaydınız size en azından bunu söylerdi. Bir başka mesele; komitacı komitacıdır, iyisi olmaz. Bulgar’ı kötü Makedon’u iyi olamaz. Dizide her halde Aleks Makedon diye Makedonlardan hep iyi insanlar diye söz ediliyor. Aman beyler Osmanlı Devleti zamanında bölgede yaşayan Türk, Arnavut ve tüm Müslümanların başının belalısı VMRO’yu ne çabuk unuttunuz. Tamam diziyi Makedonya’da çekiyoruz ama onların gönlünü bu kadar da hoş tutmamak lazım. Yine bu bir film tamam, ilgi çekmesi ve hüzünlü bir aşk hikayesi lazım ancak, bir Türk kızı hele 1896’da bir gavurla değil evlenmek konuşması bile neredeyse imkânsız gibiydi. Bunlar tarihi gerçeklere ters düşüyor. Benim ki de laf. Sanki dizilerde tarihi gerçeklere çok uyuluyormuş gibi.
Gerçi komitacıların düğün basması, masum sivilleri öldürmesi ve Rumeli insanımızın içine düştüğü baskı ve zulmü göstermesi açısından tarihsel gerçeklere uymuş bu bölümde. Köy çekimlerindeki gerçeklikle, Anadolu kültürü ve Rumeli kültürünün benzerliği ve bir kökten çıktığı da bu filmle ortaya biraz daha çıkacaktır. Rumeli’den göç ileriki bölümlerde kesin olarak gündeme gelecektir diye düşünüyorum. İşte bu nokta çok önemli. Bir yazar olarak kitapların ülkemde çok fazla okunmadığını biliyorum. Benim yazdığım Göç kitabı 4. baskıya ulaştı. Ancak 40 baskı yapsa bile, bu dizi filmin insanlarımızı bilgilendirdiği kadar faydalı olamazdı. Bu da maalesef Türkiye’nin gerçeklerinden. Türkiye’de Rumeli’den göç ettik deyince Rumeli’de neresi diyen milyonlarca insan var. Rumeli kavramını ülkemizde ve hatta Balkanlar’da bile Rumluk ile irtibatlandırmaya çalışan cahiller var. Kültürümüzden, tarihimizden, ideallerimizden bu kadar mı koptuk? Cevap veriyorum: Evet koptuk.
Yine dizide hepimizin hoşuna giden, orijinal mekânlarda çekim yapılması. Üsküp Türk Tiyatrosunun sanatçılarının (taklit yapmadan) bizzat kendilerini oynamaları, o kadar güzel ki. Yine mesela köy sahneleri Manastır’a bağlı Makova köyünde çekilmiş. Dış ve iç mekanlar, kıyafetler, makyaj, bölgede çekildiği için ve uzman olarak Makedonya film sektöründen insanlar kullanıldığı için son derece başarılı. Ama en önemlisi benim gözümde hepsi birer kahraman olan ve bu film dolayısıyla yoğun olarak Türkiye gündemine gelecek olan Üsküp Türk Tiyatrosu sanatçılarıdır. Bu sayede Üsküp, Makedonya kavramlarını, cahil insanlarımızın öğrenmesini sağlayacaklardır, inanıyorum. Yoksa Türkiye’deki her şeye kayıtsız kalan gençlerimiz ve ekonomik sıkıntıyı bahane edip Balkanlar ile hiç ilgilenmeyen insanlarımızın Üsküp’te 50 yıldır profesyonel bir Türk tiyatrosunun bulunduğundan hiç haberi olmayacak. Her ne kadar her sene Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli şehirlerine turneye çıksalar da; şimdiye kadar bir dizide bu kadar yoğunlukla yer almadıkları için hak ettikleri övgüleri hiç alamıyorlardı. Bu Üsküplüleri dinleyince bir Üsküplü olan annem, teyzelerim, yengelerim kısaca Üsküp’teki tüm akrabalarım, memleketim, annevatanım gözlerimin önüne geliyor.
Erdal Özyağcılar (Sütçü Ramiz), Şebnem Sönmez(Ramiz’in karısı Fatma), Gökhan Mete (Kasap Cabbar) Türkiye’den olmalarına rağmen özellikle diyalektikleriyle ve oyunculuklarıyla çok başarılılar. Ama dizideki favorilerim Üsküplü oyuncular Filiz Ahmet(Zarife), Bedia Begovska (Gürücü Bedia), Salaeddin Bilal (Osmanlı Paşası)’dır. Yine ismini bilmiyorum ama Bulgar komita reisini oynayan Üsküplü sanatçı da iyi bir oyuncu.
Eleştirilerimiz daha iyiye yönlendirmek için. Yerin dibine batırmak için değil. İnsanlar tarihi filmlerde seyrettikleri her şeyi gerçek zannetmesinler diye doğruları yazmaya çalıştım. Bütün bunlar Yapımcı, yönetmen oyuncu ve tüm ekibi kutlamama engel teşkil etmez. Hepsini tebrik ediyorum.
Rumeli konusunu içeren diziler çoğaldığı takdirde Türkiye’den Balkanlar’a yönelik hassasiyet bu vesileyle biraz daha artacaktır diye düşünüyorum. Kamuoyunun dikkatini çekme noktasında en azından biz yazarların kitaplarımızla yapamadığını böyle dizilerin daha iyi başardığı bir gerçek. Ama yine de hayatımızın her safhasını diziler kaplamasın. Sizler okumaktan, doğruların ama sadece doğru olanların peşinde koşmaktan vazgeçmeyiniz lütfen.
H. YILDIRIM AĞANOĞLU
21/11/2007
77 YIL SONRA PRİJEPOLJE (Priyepolye)
77 YIL SONRA PRİYEPOLYE’DE
22 Eylül 2009 Ramazan Bayramının üçüncü günü. Kaderim beni Saraybosna'ya tekrar sürükledi. Priyepolye (Orijinali: Prijepolje) doğumlu Hüseyin Amcam de benimle beraberdi. Babamın gidemediği ve kardeş çocukları olduğu akrabalarına ben ve amcam ilk defa gidiyorduk. Bizi karşılayan akrabalarımla hasret giderdikten sonra kalacağımız evlere dağıldık. Babamın doğduğu şehre gitmek için dakikaları saymaya başlamıştım.
Anladığım kadarıyla akrabalarımız yollar güvenli de olsa bizim Priyepolye’ye gitmemizden pek hoşnut değillerdi. Ancak aradan o kadar uzun seneler geçmişti ki biz bu coğrafyaya sadece 3 saatlik bir mesafedeyken bu sıkıntıları düşünecek durumda değildik. Netice de akrabalarımla birlikte Saraybosna şehir merkezindeki Sırbistan Büyükelçiliği’ne gittik. Çünkü amcam Hüseyin Ağanoğlu’nun doğduğu şehri görebilmesi için Sırbistan vizesi gerekiyordu. Fotoğraflar çekildi, gereken işlemlere başlandı. Ancak bürokrasi burada peşimizi bırakmadı ve vize işinin kısa sürede sonuçlanamayacağı anlaşıldı. Dolayısıyla amcam vazgeçmek zorunda kaldı.
Vişegrad Köprüsü’nü ziyaretimizden sonra kenarında, çektirdiğimiz fotoğrafların bizim için ayrı bir hatırası oldu. Çok mutluyduk. Ancak Saraybosna’ya döndükten sonra akrabam Nermina’ya çektiğim fotoğrafları gösterdiğimde ben heyecanla Vişegrad Köprüsü’nü ne kadar beğendiğimi anlatırken, onların yüzü asık bir şekilde beni dinlediklerini gördüm. Ne olduğunu sorduğumda yine bir acı haberle karşılaştım. Bu köprüde Sırp çetnikler hem 2. Dünya Savaşı’nda hem de 1992 savaşında Müslüman Boşnakları katletmişler. Hatta o zamanlar bu köprüye kanlı köprü adı verilmiş. Drina nehrinin günlerce kan kırmızısı aktığı rivayet edilir. Ne acı yarabbim. Hayvanlar bile içgüdüsel olarak ve sadece yiyecekleri bir canlıyı öldürürler. Bir insana böyle bir katliam yapacak bir insan düşünemiyorum. Onlar hayvandan da aşağılık varlıklar çünkü.
Vişegrad Köprüsü’nü ziyaret ettikten sonra, bizi orada bekleyen Sabahaddin Obucina beyefendi ile tanıştık. Tanışmadan sonra biz Zambak Tur grubundan ayrıldık. Sırf, Hüseyin Kansu’nun ricası üzerine bizi alıp, babamın doğum yeri olan Priyepolye’ye götürmek için 2-3 saatlik bir yoldan gelen bu beyefendi Priyepolye İslam Meclisi Başkanı idi. Gerçekten ilerlemiş yaşına rağmen hala bir delikanlı gibiydi. Kıyafeti, kibarlığı ve misafirperverliği ile bizleri etkiledi.
Arabaya ben, eşim, kendisi de Priyepolye doğumlu olan Zehra Halam ve bize Boşnakça tercümeler konusunda yardımcı olacak dostumuz Rıfat Ahmetbeyoğlu ile bindik. Aradan çok geçmeden Rudo kasabasından geçtik. Yıllardır Osmanlı Tarihinde çok önemli bir rolü bulunan Sokullu Mehmet Paşa’nın Sırp asıllı bir devşirme olduğu, hatta kardeşinin papaz olduğu anlatılır. Türkler Rumeli tarihini eski Yugoslayva’daki Sırp tarihçilerden öğrendikleri için bazı gerçekleri bilememeleri normaldi tabii. Son dönemde yetişen bazı Boşnak tarihçiler Sokullu Mehmet Paşa’nın aslının Rudo kasabasından olduğunu iddia etmektedir. İlerleyen zamanlarda bu mesele de yeni bilgilerin ortaya çıkması belki de bilinenleri değiştirecektir.
Rudo’yu geçtikten sonra Sabahattin Bey bize eliyle bir binayı işaret etti. Yolun köşesindeki bir terk edilmiş bir mola tesisinde savaş esnasında yaşanan bir olayın anlatılması bizi dehşete düşürdü. Bosna Savaşı esnasında 1992 yılında içi tamamen Boşnak Müslümanlarla dolu bir otobüs bu mola tesisinde çetnikler tarafından durdurularak yolcuların tamamı katledilmiş. Otomobilde buz gibi bir hava esti. Herkes suskundu, şehitlerin mübarek kanları o topraklara sinmişti. Pırıl pırıl bir gökyüzü, güneşli bir gün, yemyeşil bir tabiat olmasına rağmen katliamın manevi ağırlığı ve hüznü hepimizin gönlüne gelip oturmuştu. Üç İhlâs, bir Fatiha okuyarak yolumuza devam ettik. Babamın doğduğu topraklara ulaşmak aslında düşündüğüm gibi hiç neşeli başlamamıştı.
Sırbistan sınırına ulaştığımızda yanımıza gelen bir bay bir bayan sınır polisi pasaportlarımızı aldıktan sonra arabanın içerisine uzun uzun baktı. Tercümanımız Rıfat’a neden vizemiz bulunmadığını sordu. Yanımızdaki Rıfat Bey ayrıntılı olarak elimizdeki Hususi Pasaporta (Yeşil Pasaport) vize gerekmediğini anlattı. Onların gözlerindeki bakışları hiç unutmayacağım. Davranışları hiç de, hoş geldiniz der gibi değildi çünkü. Daha yarım saat önce Rudo civarındaki katliam anlatıldıktan sonra bir de buradaki soğuk muamele savaş zamanında aslında burada neler yaşandığını anlamamız için yeterli ipuçlarıydı.
Her ne kadar Sırbistan 1992’deki gibi ülke değildi artık. Miloşeviç devrilmiş, daha demokratik bir ülke haline gelmeye çalışan bir ülke olmuştu. 2009 eylülündeki Sırbistan hükümetinde Sancaklı bir Boşnak bakan vardı. Sancak Müslümanları Milli Konseyi Başkanı Sancak Müslümanlarının lideri Dr. Süleyman Ugljanin bakan olmuştu. Savaş zamanında aranan ve ülkesinden çıkmak zorunda kalıp Ankara’ya sığınan bu insan artık Belgrad’da bakandı. Sırf bu olay bile konjonktürün ne kadar değiştiğini göstermesi bakımından yeterli bir örnektir.
Sırbistan topraklarına girdikten sonra bir başka heyecanlandım. Ne de olsa yıllardır adını duyduğum, acısını hissettiğim, kavuşma heyecanı yaşadığım ve ailemin köklerinin bulunduğu Sancak bölgesine girmiştim, artık. Her kavuşma aynı zamanda göçün ne kadar acı bir kavram olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu bana.
Saraybosna’dan beri başlayan yeşillik bizden hiç ayrılmamıştı. Her taraf ya orman ya da yemyeşil araziydi. Saraybosna’dan çıkıp Priyepolye’ye gelene kadar geçen üç saatlik bir zamanda yeşil olmayan sadece kahverengi toprak olan bir arazi görmeniz neredeyse imkânsızdır. Geçtiğimiz yolların neredeyse tamamının yanında ise mutlaka bir ırmak akıyordu.
İlk geçeceğimiz Sancak şehri Priboy’du. Burada babamla kardeş çocuğu olan Şuçro Amca ile tanıştık ve görüştük. Amca ile ilk defa görüşmemize ve hatta varlığını bile ilk defa duymamıza rağmen son derece samimi bir şekilde sarıldık birbirimize. Eee kolay değildi göç, kolay değildi 77 senelik ayrılık. Bunu anlatmaya kelimeler kâfi gelmiyor. Şuçro ile benim babam kardeş çocukları imiş. Bunu duyunca o kadar üzüldüm ki. Hadi benim bilmemem normal ama babam ile amcamın bile onları hiç tanımamaları ve bağlantılarının kopmuş olması ne kadar acı bir olay aslında.
Aslında Ahmet dedem 4 erkek kardeşmiş. Ahmet, Aliya, Mehmet ve Hasan. Bunlardan Hasan’ın çocuğu olmamış. Ahmet Dedem 1932 yılında İstanbul’a göç etmiş. Aliya Aginçiç Priyepolye Belediye başkanlığı yapmış. Aliya, bizimle aynı arabada gelen Zehra Halam’ın babası. 2. Dünya Savaşı sonunda 1944 yılında çetnikler, Alman taraftarlığı yaptığı iddiasıyla evinden alıp sokak ortasında şehit etmişler onu. Eşi Esma çocukları Murat, Kamil, Ayşe, Müyesser ve Zehra’yı alıp Saraybosna’ya göç etmiş. Saraybosna’da yaşadıklarından ve Türkiye’ye gelip gittiklerinden dolayı bu beş kardeş çocuğu bizlerle tanışıyor ve görüşüyorlardı.
Ancak Şuçro’nun babası Mehmet Priyepolye’de yaşamaya devam ettiğinden dolayı ve ne kendisi ne de çocukları Türkiye’ye gelmediklerinden dolayı hiç tanışamamıştık. Bu gezi vesileymiş bu buluşmalara. Ayrılık ve Allaha Emanet sözleri bir başka hüzünlendirdi bizleri. Ancak ayrılmanın verdiği hüzün hemen dağıldı. Çünkü yaklaşık 45 dakikalık bir yol sonrası babamın doğum yerine kavuşmanın verdiği heyecan ve kalp çarpıntısı daha ağır basmıştı çünkü.
Priyepolye’ye ilk girdiğimizde bizi Osmanlı’nın bölgeye yadigâr bıraktığı Saat Kulesi karşıladı. Arabadan fotoğraf çekilmek üzere indiğimde 77 yıllık hasrette sona ermiş oluyordu aslında. Evet babamın doğduğu şehre ayak basmıştım. Şaşkınca ve telaşla etrafa bakıyordum. Nereye bakacağımı bilemez bir haldeydim çünkü. Fotoğraf çekildikten sonra Zehra Halam kendi doğduğu evlerinin olduğu Vakıf Camii ve mahallesini işaret etti. Babamın mahallesi ise daha ileride Şaranpo Mahallesiymiş. Terzi olan Ahmed Dedem nerede çalışıyordu acaba. Ne şartlar altında göç etmeye karar vermişti. Beynimin içinde bu sorular dolaşıyordu.
Priyepolye şehri Bosna-Sırbistan sınırına 45 km . mesafede bir kasabadır. Orijinal yazılışı Prijepolje’dir. Osmanlı ise bu kasabaya Prepol demekteydi. Balkanlar’da dolaşırken ya da tarihi araştırmalar yaparken çekeceğiniz zorluklardan bir tanesi de yer isimlerinin farklı söylenişi ya da yazılışıdır. Makedonya, Bosna-Hersek ve Sırbistan’da Roma İmparatorluğu zamanında kurulan şehirlerin isimleri daha sonra Slav kabilelerinin bölgeye yerleşmesiyle değişmiştir. Osmanlı Devleti Balkanlar’ı fethedince kimi şehirler yeni kurulmuş, kimi şehirler büyümüş ve gelişmiştir. Osmanlı daha önce kurulu bulunan bir şehrin ismini genelde değiştirmemiş, telaffuz ederken kendi diline uyarlamıştır. Sancak bölgesi şehirleri olan Prijepolje-Prepol, Sjenitsa-Seniçe, Novipazar ise Yenipazar şeklinde kaydedilmiştir. Plevlja’ya ise Osmanlı Taşlıca demiştir. İşyerimde her gün çeşitli belgelerini gördüğüm bu şehirlerde bulunmak o kadar güzeldi ki.
Daha sonra babamın doğduğu mahalle olan Şaranpo Mahallesi’ne gittik. Buradaki İbrahim Paşa Camii’ni ziyaret ettik. Burada eskiden görev yapan bir akrabamın Hafız olduğunu öğrendim. Babamın evini buldum, fotoğraflarını çektim. Babamın şehit edilen Ali Amcasının yaptırdığı çeşmeyi gördük, oradan su içtik. 1944’te sokak ortasında öldürülen Ali Amca’nın mezar taşının koyulmasına bile ancak komünizm devrinin bitmesinden sonra müsaade edilmişti. Bu ne acıdır yarabbim.
Babamın diğer Amcası Mehmet Bey’in torunu Ertekin ile tanıştık. 77 yıl süren ayrılık bitmişti artık. Şehrin ortasından geçen Lim Nehrine indim, elimi yüzümü yıkadım. Ne Ahmet Dedem ne de babam bu şehirden 1932 yılında göç ettikten sonra bir daha bu şehri görememişler. Bu İstanbul’daki tüm akrabalarımız arasında sadece bana nasip olmuştu. Üzüleyim mi, sevineyim mi, bilemedim. Hem hüzün hem sevinç benimle bir aradaydı.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanlar’ın Makûs Talihi Göç, kitabını yazdım ama altı gün süren Bosna-Hersek ve Priyepolye gezimde göç ne kadar acı bir kavrammış, göç acılarını hem de 77 yıl sonra bir kez daha bizzat yaşayarak öğrendim.
H. Yıldırım AĞANOĞLU
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)