Yıldırım Ağanoğlu sayfasına hoşgeldiniz

Bu sayfada yaptığım araştırmalar, kitap ve makalelerim, televizyon programlarım hakkında bilgiler bulacaksınız. Balkanlar konusundaki yazılarım, ilgi alanlarım ve çeşitli haberleri de paylaşmaya çalışacağım. Yorumlarınızı ve eleştirilerinizi bekliyorum. Balkanları unutmayalım

4 Şubat 2012 Cumartesi

BALKANLARIN MAKUS TALİHİ GÖÇ
KİTABIMIN YENİ BASKISI
İZ YAYINCILIKTAN  ÇIKTI
Sevgili Rumeli, Balkan, Trakya sevdalılarının bilgisine

OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E BALKANLARIN MAKÛS TALİHİ GÖÇ, 7. BASKI, İSTANBUL 2012, İZ YAYINCILIK
H. Yıldırım Ağanoğlu


 Göç hadisesi, hangi millet ve din mensubunun başına gelirse gelsin, bir insanlık dramıdır. Rumeli’den Anadolu’ya yönelik 300 yıldır devam eden göç süreci Avrupa tarihindeki nüfus hareketlerinin en önemlilerinden biridir. Elinizdeki kitapta, 1687 yılındaki ilk göçlerden başlayıp günümüze kadar olan süreç genel hatlarıyla verilip, özellikle Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşı’nı takiben ortaya çıkan mezâlim, göç, iskân politikaları, iskândan sonra ortaya çıkan problemler ve muhacirlerle ilgili meseleler ayrıntılı olarak ele alınmış, bu konuda devletin arşiv belgeleri olayları aydınlatan projeksiyon işlevi görmüştür.


 

7 Ocak 2012 Cumartesi


OSMANLI’NIN TURİZM İLE GEÇİNEN İLK ADASI: ADAKALE

H. Yıldırım AĞANOĞLU


Bir yer hayal edin, yüz yıl önce nüfusunun tamamı Türklerden oluşsun. Bir yer hayal edin ki sularla çevrili bir ada olsun. O sular, orada yaşayanları izole edip, karayla bağlantısını kessin. Bu kuşatılmışlık yabancı kültürden ve hatta düşmanlardan korusun. Nereden bahsediyorsun, dediğinizi duyar gibiyim. Burası bir ada ama ne denizde, ne de gölde. Bir nehrin ortasında 1.500 metre uzunluğunda 400 metre genişliğinde bir ada. “Türkün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” dizesindeki Tuna nehrinin üzerinde Romanya ile eski Yugoslavya arasında kalmaktaydı.

Bizim gönlümüzde, tarihi ideallerimiz ve kültürümüzde Rumeli ismiyle geçen, yakın zamana kadar tüm dünyanın Balkanlar dediği, ancak şimdi adı nedense Güneydoğu Avrupa diye anılmaya başlayan coğrafyanın, bir inci tanesi kadar güzel beldelerinden sadece biriydi bu ada.

Bir araştırmada adanın kısa tarihi ve içinde oturanların kimler olduğu şöyle anlatılmaktadır: Tahminî olarak 1770’li yıllardan sonra Tuna nehri üzerinde hiçbir vapurun geçmediği, Adakale’de bir paşanın kumandasında bulunan büyük ve küçük subaylar ailelerini Adakale’ye getirmişlerdir. Burada bulunan ahali hep bu asker ailelerinin nesillerindendir. Kalenin duvarlarına bitişik evler buna bir delil olduğu gibi, ahalinin anadilinin sırf Türkçe olması da bundan kaynaklanmaktadır. Bu ailelerin erkek evladı belirli bir müddet için burada askerlik yaparlardı.

1877–1878 Osmanlı Rus-Harbi’nde Türk’ün gönlünden Tuna’yı kopardılar. Osmanlı Devleti’nin Tuna nehrine kıyısı olan toprağı kalmadı. Medeni Avrupa devletleri (!) Türkleri Balkanlar’dan çıkarmaya çoktan karar vermiş, Asya’ya kovmanın planlarını merhale merhale uygulamaya başlamışlardı. Berlin Anlaşması bunun en büyük ilk darbesiydi. Ama kader bu güzel toprağın daha 40 yıl bizde kalmasını yazmıştı bir kere. Berlin Anlaşması’nda her şeyi düşünen büyük devletler adanın kime ait olması meselesini maddelere geçirmeyi unutmuşlar böylece Adakale Osmanlı Devleti’nde kalmıştı.

Bu unutma garip bir durumu ortaya çıkarmıştı. Türkiye anakarasına nehir ve denizyoluyla üstelik bin bir güçlükle ulaşılabilecek 1.300 km. uzaklıkta bir toprak parçası nasıl idare edilecekti? Belki de dünyada ilk defa bir kaza müdürlüğü, idari olarak İçişleri değil, Dışişleri Bakanlığı’na bağlandı. Viyana’da bulunan Osmanlı Büyükelçiliği aracılığıyla İstanbul’daki Hariciye Nezareti’ne gönderilen talepler, raporlar aynı yoldan cevaplanabiliyordu.

1913 yılında yapılan nüfus sayımı neticesi Adakale’de 171 hanede 637 kişi yaşıyordu. Adakale nüfus defterinde isim, anne-baba ismi yanında doğum yeri, medeni hal, yaş, boy, göz, sima vb. ayrıntılı bilgiler ile meslek hanesinin de doldurulmuş olması bize çeşitli ipuçları sağlamaktadır.

Adanın geçim zorlukları, gıda, yakacak odun vb. ihtiyaç malzemeleri ile eğitim, sağlık, imar, idari problemleri hep Viyana Büyükelçiliğimiz aracılığıyla halledilmeye çalışıldı. Ada halkı ise bu duruma başka çözümler bulmuştu. 1918 yılına kadar Sırbistan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Romanya’nın tam kesiştiği bir noktada bulunan Adakale’de gayri resmi kazanç kapısı tütün, şeker, tuz ve içki kaçakçılığıydı.

Resmi kazanç kapısı ise Osmanlı Devleti’nde daha turizmin t’si bile anılmıyor iken, bu adanın turistlerden gelir temin etmesiydi. Adaya özellikle 1880’li yıllardan sonra Tuna nehri üzerinde seyreden turist vapurları çok sık uğruyordu.

Adada en büyük meslek grubunu oluşturan 70 kayıkçı, 24 tüccar vb. meslekler vardı. Ama özellikle gelirini sadece turizmden sağladığını düşündüğümüz mesleklerin, ada nüfusuna oranla ihtiyaçtan oldukça fazla olduğu ortadadır. 13 vapur kahvecisi, 12 sigaracı, 9 berber, 6 kahveci, 4 Kunduracı, 4 bakkal, 3 bozacı, 2 tütün kıyıcısı esnafı sadece turistlere çalışan sektörlerdendi. Büyük çoğunluğu fakir olan ada nüfusunun ihtiyacı yanında adaya gelen ziyaretçilere hizmet verdiğini düşündüğümüz diğer bazı meslekler de şöyledir. 2 kasap, 1 börekçi, 1 kebabçı, 1 kundura boyacısı, 1 saatçi, 1 şekerci, 1 terzi, 1 yorgancı. Bir başka kaynakta ise adadaki şekerci sayısı bir düzine olarak geçmektedir. Adaya gelen turistler küçük çarşısındaki kahvecilerde Türk kahvesini içerken, hediyelik çeşit çeşit şeker ve lokum sigara ve Türk tütünü alıyorlardı.

İsmail Habib Sevük 1935 yılında neşredilen Tuna’dan Batı’ya adlı kitabında: “…Tuna vapurlarının güzel bir adeti olan alaturka kahve satmak imtiyazı Adakalelilere verilmiş. Bizim vapurda bu vazifeyi Aziz Ağa görüyor. Geniş omuzlu, pos bıyıklı, pehlivan yapılı, kahve getirmeğe giderken zannediyorsun ki kıspetini alıp gelecek; ellilik gövdesini dinç adımlarla yürüten şu efendi adama bak, bu kahveci insana öyle geliyor ki, yalnız bu vapurun değil bütün bu suların sahibidir. Bir adamda bir vatan buldum!...”

Ada iskelesine yanaşan vapurlardan inen ziyaretçiler, çok uzakta olan Türkiye’nin adeta minyatür bir halini Adakale’de görebilme imkânına kavuşuyorlardı. Adaya inince tarihi tahkimatı, belediye binası, cami külliyesi, küçük dükkânların sıralandığı ana caddesi, çarşısı Pazar yeriyle adaya bir köy dokusu hâkimdi. Biri pazaryeri, öbürü kale surlarının bittiği yerde iki kahvehane vardı. Evlerin mimarisi Rumeli Türk üslubuna özgüydü.

Yine adaya gelip orada bir eşyasını unutan ziyaretçilerin hiçbir eşyasına dokunulmaz, bir dükkânın vitrininde sergilenirdi. Turistler adaya bir dahaki gelişlerinde o eşyalarını tanır ve alırlardı. Bu da Avrupalılar için hayranlık uyandıran bir güven timsaliydi.

Osmanlı’nın turizmle geçinen ilk beldelerinden ve Tuna üzerinde Türk bayrağının son dalgalandığı yer olan Adakale’nin Romanya’ya ait olduğu 1923 Lozan Anlaşması’ndan sonra Türkiye tarafından kabul edilmiştir. İsmail Habib Sevük, Berlin Anlaşması’nda adanın zikredilmesinin unutulmasını ve Lozan’dan sonra Adakale’yi kaybetmenin acı tarifini dikkat çekici bir üslupta anlatmıştır:

“ … Berlin Muahedesi yapılırken nasılsa Adakale unutuluyor. Bu nisyan sayesinde kırk yıl [daha] o küçük ada bizde kaldı… Büyük harpten sonra o kırk yıllık yanlışı düzelttiler. Hiçbir düzeltme bundan yanlış olamaz. Kırk yılın ucunda mukaddes bir unutma, diğer ucunda melun bir düzeltme. Cihan harbinden iki misli büyüyerek çıkan şişman Romanya’ya o üç harmanlık ada ne verdi? O dünya savaşında coğrafyasının yarısı giden biz, Arap kıtalarından çok, o adacığa yandık. Onların kazancı hiç, bizim kaybımız derin. Türk’te kalmayan Tuna, Tuna’da kalan o ada ile bize bağlıydı. Sızımızda kesilen bir damar acılığı var…”

Adanın 1923’de Romanya Krallığı ve Sosyalist Romanya dönemindeki Türklerin hayatı, bir başka yazı konusudur. Evet, Adakale’nin kaybı o devirde herkesin canını acıtmıştı. Koskoca Rumeli 1913’de kaybedilmişti, ama 1923’e kadar hukuki olarak elimizde kalan bayrağımızın dalgalandığı Rumeli’deki son toprağımızdı bu küçük ada.

Ama daha da acı olan 1970 yılında Romanya ile Sırbistan’ın ortaklaşa yaptığı bir barajla Adakale’nin tamamen Tuna nehrinin suları altında kalıp yok olmasıydı. Yönetmen İsmet Arasan'ın çektiği Adakale Sözlerim Çoktur belgeselinde Türkiye’ye göç eden bir Adakalelinin söylediği söz adeta yürekleri dağlamaktadır: “Herkesin bir memleketi var, gidemese de göremese de, ancak benim çocuklarıma gösterebileceğim bir memleketim bile yok. Çünkü sular altında kaldı. Bu çok acı.

Not: Bu yazı Yenişafak Gazetesi Pazar Eki'nde  20/04/2010 tarihinde yayınlanmıştır.

1 Ocak 2012 Pazar


İŞKODRA’DA PAPAZA KIZIP MÜSLÜMAN OLAN ARNAVUTLAR

H. Yıldırım AĞANOĞLU

Not: Yazı Habertürk Tarih Dergisinin 37. sayısında yayınlanmıştır. (6/2/ 2011) 

Arnavutluk coğrafyası yüksek aşılmaz dağlara ve sert bir iklime sahip bir coğrafyadır. Bu yüzden bölgenin geneline hakim olan devletler, tarih boyunca bu topraklara sahip olmada hep zorlandı. Mesela Büyük İskender, bile tüm Makedonya'nın fatihi olmanın yanında Hindistan'a kadar gitmiş iken Arnavutluk'un tamamını ele geçiremedi.

Kosova Meydan Muharebesi'nden sonra (1389) Osmanlı'ya Bosna yolu açılmıştı. Fakat Arnavutlar, 30 sene kadar, Osmanlı ordularının ileri harekâtına mani olmuştu. Bu 30 yıl boyunca bazı Arnavut kabilelerinin kendi istekleriyle Müslüman olmalarıyla Osmanlı orduları Bosna yönünde ilerlemesini daha rahat sürdürebildi. Günümüz Arnavutluk topraklarının tamamının Osmanlı Devleti'ne katılması ancak Fatih döneminde mümkün olabildi. Bölgeyi yönetmek kolay olmadı ve uzun süren isyanlar devleti bayağı uğraştırdı. Ancak bunlar bugünkü yazımızın konusu değil.

Bölgede 1861 yılında isyan çıkması üzerine Babıâli, İşkodra’nın valisini görevden almak ve halkı sakinleştirmek planını devreye soktu. Fevkalade memuriyet ile Ahmed Cevdet Paşa, Kuzey Arnavutluk bölgesindeki İşkodra'ya gönderildi. Son dönem tarihimizdeki önemli kişiliklerden biri olan Cevdet Paşa, bölge hakkında padişaha verdiği raporda Arnavutlar hakkında ayrıntılı ve çok ilginç gözlemlerde bulunmuştu:

“Arnavutluk ikiye ayrılır: Gegalık ve Toskalık. Toskalık da kendi içinde Toska, Lab ve Çam olmak üzere üçe ayrılır. Bunlar arasında hem Müslüman hem de Hristiyanlara rastlanır. Hristiyan olanlar güneyde Ortodoks, kuzeyde ise Katolik mezhebini seçmişlerdir. Arnavutların en cesur ve cengâverleri Malisörlerdir. Malisya dağ, Malisör dağlı demektir. İşkodra Malisörlerinin çoğunluğu Katoliktir. Müslüman kardeşleriyle aynı dili konuşur ve aynı tarafta yer alırlar. Çünkü İşkodra Müslümanlarının çoğunluğu, vaktiyle dağlık Malisya’dan inip İslam ile müşerref olmuşlardır. Loha’dan gelmiş kişinin ismini Hüseyin Loha, Hot’dan gelmiş birinin ismini ise Hasan Hot şeklinde anar ve dağlardaki hristiyan yakın akrabalarını ziyaret ederlerdi.

İşkodra kasabasına gelen Hristiyan Malisörler ise Müslüman kardeşlerinin evlerinde teklifsiz misafir olurlar. Ancak bu Katolik Malisörler, İşkodra kasabasında oturan Hristiyan kardeşlerinden hiç hoşlanmazlar. Bunun sebebi de kasabada oturan bu hristiyanların silahsız gezmeleri ve savaş meydanlarında hiç görünmemeleridir. Onların Avrupa konsoloslarına her fırsatta müracaat etmelerinden ise nefret ederler. İşkodra Malisörleri hiçbir zaman tamamen kontrol altına alınamamıştır. Başlarına İşkodra'nın önde gelenlerinden bir bölükbaşı tayin olunur. Hükümetle olan tüm işlerini bu bölükbaşı vasıtasıyla görürlerdi. Malisörler genellikle çobanlık ve çiftçilik yaparlar, beyaz abadan yelek ve siyah tüylü kısa aba, beyaz potur giyerlerdi. Başlarına giydikleri beyaz külah üzerine beyaz bir sargı sararlardı.”

İşkodra Vilayeti'nin yönetimi altında olan Karacadağ Malisörleri vaktiyle tamamen Hıristiyan iken sonra Müslüman olmuşlardı. Bunun sebebi ise çok ilginç bir hikâyedir. Bir pazar günü kilisedeki ayine geç kalıp, ekmek ve şaraptan mahrum kalan Malisörler Papaza, “Bizim için tekrar ekmek ve şaraba oku” demiş. Papazda “Ayinin tekrarı caiz değildir”, diyerek okumamış. Israr edip tekrar oku deyip, yine hayır cevabı alınca, sinirlenip papazı öldürmüşlerdi. Papazın öldürülmesi üzerine bölgenin piskoposu tarafından aforoz edilmiş ve Hıristiyanlıktan çıkartılmışlardı. Malisörler de piskoposa kızıp, madem öyle biz de Müslüman olduk demişlerdi.

Arnavutlar uzun yıllar gerek Katolik, gerekse Müslüman olsun Osmanlı Devleti'ne kahraman ve cengâver bir şekilde hizmet etti. Yanlarında cephane ve mısır ekmeği olduğu müddetçe, Ortodoks mezhebindeki Karadağlılara karşı savaştılar. Karadağ gailesi Osmanlı Devleti'nin başına hep bela oldu. Karadağlılar isyancı olduğu kadar, arkalarında güçlü bir hami olan Rusya'nın bulunmasından da şımararak İşkodra ve çevresine tarih boyunca baş belası oldular.



Aman değmeyin, omuzlarına kazara dokunanları öldürüyorlardı!

Ahmed Cevdet Paşa, İşkodra'da valiyi görevden alıp halkı sakinleştirdikten sonra Arnavutlar başlarında bayraktarları olmak üzere kabileler halinde gelip devlete bağlılıklarını bildirdi. Yalnız, Şale ve Şosi Kabileleri itaatlerini ve padişaha bağlılıklarını bildirmelerine rağmen şehirden ayrılmak için izin istedi. Bunun sebebi sorulduğunda ise kabilenin kanun hükmünde olan garip adetleri gösterildi. Nahiyelerimiz halkı, devletimiz nereye emrederse oraya gider, yalnız biz şehirde duramayız, diyen Şaleliler şehir dışındaki bir handa misafir edildi.

Şaleliler, Malisörlerin en vahşileriydi. Mesela, şehirde yürürken bir adamın omzu kazayla bir Şalelinin omzuna değse, ne kadar özür dilese kâr etmezdi. Şaleli namusunu temizlemek için adamı öldürmek zorundaydı. Eğer öldürmezse kabilesi bu adama namussuz gözüyle bakardı. O yüzden bunlar kalabalık içinde bulunmaz, bulunmak zorunda olduklarında ise daima alarga vaziyette dolaşırdı. Elbiseleri o kadar eskiydi ki, sokağa atsalar kimse dönüp bakmazdı. Ancak silahları bütün kabilelerden daha yeni ve üstündü. Bütün bu tuhaf kanunlarına rağmen, devletin emrettiği yere vakit kaybetmeden gidip askerlik yapıp özellikle Ortodoks Karadağlılara karşı vatanı savunurlardı.



Hristiyan Malisörler 4 kadın alıyor, üstelik nikâhlarını imam kıyıyordu!

İşkodra bölgesindeki Malisörlerin ne Müslümanları diğerlerine benzer, ne de Katolikleri tam Hristiyandır. Müslümanlar içinde sünnet olmayanları çoktur. Katolik Malisörler ise diğer Katoliklerde asla görülemeyecek derecede dinen yasak olan dört eş alırlardı. Bunun çözümünü ise şu şekilde bulmuşlardı. Birinci eşlerinin nikâhını papaz kıyardı. Diğer eşlerin nikâhı için ise papaza gidemeyeceklerinden dolayı imama müracaat ederek nikâh kıydırırlardı. Katoliklikte birden fazla evliliğin caiz olmadığı konusunda vaaz eden papazlar ise bu konuda fazla konuşmalarının cezasını bazen yataklarında öldürülerek öderdi. Bu yüzden papazlar meseleyi çözemeyince çok hassas oldukları halde bu adeti görmezden gelmekteydiler.

Katolik Malisörler Müslümanlara kız vermekten çekinmezlerdi. Nadir de olsa Müslümanlardan da kız alırlardı. Mesele Bib Doda Paşa’nın eşi Müslümandı. Ama kız alıp verme sadece Katolikler ile Müslümanlar arasındaydı. Ortodokslar ile asla karışmazlardı. Ahmed Cevdet Paşa’ya göre vaktiyle İslam dini bu Katoliklere gereği gibi anlatılsa bunların tamamı Müslüman olabilirdi. Ancak Yavuz Sultan Selim döneminden sonra bu meseleye gereken önem gösterilmemişti. (Osmanlı Arşiv Belgelerinde Arnavutluk, İstanbul 2008, s. 250-289.)

İşte 140 yıl önceki Arnavutluk'un İşkodra şehrinde yaşanan gariplikler. Birlikte yaşadığımız Müslümanı, Hristiyanı, Türkü, Arnavudu, Boşnağıyla Osmanlı Devleti’nin her şehrinde buna benzer farklılıklar mevcuttu. Tek tip değil, çeşitlilik ve türlü tuhaf örf-adetler, farklı lisanlar, çeşitli din ve mezhepler içinde birliği ve devletin yönetimini sağlayabilmek hiç kolay değildi. Osmanlı ise bu birlikteliği 623 yıl yaşatmayı başardı.



DEVLETE BAĞLI OLAN MALİSÖRLERE NE OLDU DA İSYAN ETTİLER?

Ahmet Cevdet Paşa’nın 1861’de devlete bağlı olarak nitelediği Malisörler, daha sonra uygulanan yanlış politikalar sonucu büyük bir isyanın kaynağı oldular. Buna verilebilecek en önemli örnek, Jön Türklerin Kuzey Arnavutluk’ta uyguladıkları yanlış politikaların tabii bir neticesi 1911’deki Katolik Arnavut Malisörlerin isyanıdır. Malisörler yarı özerk bir şekilde Osmanlı-Karadağ sınırı boyunca yaşayan ve hudut muhafazasında önemli roller üstlenen bir unsurdu. Gerek Sultan Abdülaziz ve gerekse Sultan İkinci Abdülhamid zamanında Malisörlere hususi bir statü tanınmıştı.

İttihat ve Terakki’nin, Malisörlerin elinden silahlarını toplayarak bu özel statüyü değiştirme çabaları devlete bağlı olan bu unsuru çileden çıkardı. Silahlarına adeta bir namus gözüyle bakan ve özgür yaşamaya alışmış Malisörler, Şevket Turgut Paşa’nın askeri seferi ile karşı karşıya kaldılar. Silahsızlanma çabaları boyunca bazı aşiret reislerine baskı yapıldı ve hapishaneye atıldılar. Bölgede Osmanlı’nın başına daima bir bela olmuş Karadağ bu durumdan istifade etmeye çalıştı. Karadağ Kralı Nikola, kendi topraklarını İşkodra Vilayeti’ne doğru genişletmeye çalışıyordu. Bundan dolayı Kral Nikola, isyancıların bir kısmını el altından silahlandırdı hatta topraklarında barındırıp korudu. Bu konuda diğer bir destekçi de Adriyatik Denizi’nin karşı kıyısında bulunan ve bölgede nüfuzunu arttırmaya çalışan İtalya idi.

Balkan devletleri iki taraflı bir tutum sergilediler. Balkanlar’daki Slav halklarının hamisi rolünü üstlenen Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı direkt bir harekette bulunmanın vaktinin hala gelmediğine inanıyordu. Avusturya-Macaristan ise, bu isyanın Rusya’nın nüfuzunu arttıracağından endişe ediyordu.

İsyancı Katolik Arnavutları kendi topraklarında barındırması, Karadağ’da ticaretin gerilemesine ve ekonomik krizin çıkmasına sebep oldu. Böyle bir durum halkın hükümete karşı tepkisini de beraberinde getirdi. Karadağ içindeki muhalefete rağmen Malisörler ile Osmanlı İmparatorluğu arasında arabuluculuk rolü oynayan Kral Nikola’nın itibarı arttı.

Osmanlı Devleti’ne karşı tarihleri boyunca düşmanca tavırlar sergileyen Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan mevcut durumdan toprak kazanamayacaklarını bilmelerine rağmen Malisörlere silah satışını sürdürdüler. Çünkü isyanın Arnavut vilayetlerinden koparmak istedikleri Kosova ve Güney Arnavutluk’a yayılmaması bu ülkelerin işine geliyordu.

İtalya ise bu isyanda önemli bir rol oynadı. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da güç kaybetmesi, İtalya’nın planladığı Trablusgarp işgalini kolaylaştıracaktı. Yine İtalya Kralı Viktor Emanuel’in, Karadağ Kralı Nikola’nın kızıyla evlenmesi de bölgeye olan yakın ilgisinin bir sebebiydi. Ama Malisörlerin Katolik olması İtalya’nın bu isyanla ilgilenmesinin en önde gelen sebeplerinden biri olmuştu.

Osmanlı Devleti topraklarında Katoliklerin koruyuculuğunu üstlenen Avusturya-Macaristan ise ilk başta isyancılara sahip çıktıysa da Balkanlar’da adeta çok bilinmeyenli denklemlere benzeyen siyaset gereği daha sonra isyanı bitirmek için uğraştı. Çünkü Balkanlar’daki Slav ve özellikle Rus nüfuzun artmasının vereceği endişe ile Habsburglar, Malisöre ve onları destekleyen Karadağ’a isyanlarından vazgeçmeleri için baskıda bulundu.

Ancak Osmanlı Devleti’nin Avrupa Devletlerinin aracılığıyla yaptığı baskı ve Malisörlerin tarihi düşmanları olan Karadağ’dan memnun kalmamaları neticesinde birkaç ay sonra evlerine döndüler.

Bununla birlikte Malisör isyanı, Osmanlı Devleti’ni hem insanî hem de malî bakımdan olumsuz etkiledi. Özellikle halkın huzurunun bozulmasına sebep oldu. İsyanın meydana geldiği bölge maddî ve manevî olarak çok ağır darbe aldı. İsyan bölgesinde pek çok ev yıkılırken bölge halkının temel geçim kaynağı olan tarım neredeyse bitme seviyesine geldi. Yine bölgedeki kış şartlarının sertliği, yaşanan sıkıntıları bir kat daha artırdı. Cahillik ve fakirlikle birlikte bu isyan, bölge halkının Balkan savaşlarında Osmanlı Devleti’ne karşı takındıkları olumsuz tavırların en önemli sebeplerinden birini oluşturdu. İttihat ve Terakki’nin hatalı politikaları yanında dış güçlerin kışkırtmalarıyla bu isyan Arnavut milliyetçi hareketinin daha da güçlenmesiyle neticelendi.



İŞKODRA SAVUNMASI

İşkodra’dan bahsetmişken Balkan Harbi’nde tarihimize geçen o meşhur savunmadan bahsetmeden geçmek olmaz. İşkodra sancağının 1912’deki nüfusu 37.000 civarındaydı. Bunun dörtte üçü Müslüman, dörtte biri ise Hıristiyan Katolik idi. 1912-13 Balkan Harbi'nde düşman orduları bütün Rumeli şehirlerini işgal etmesine rağmen sadece Edirne, Yanya ve İşkodra şehirleri direnebilmişti. Hasan Rıza Paşa, Karadağ ordusu ve müttefikleri Sırplara karşı destansı bir savunma gerçekleştirmişti.

Ünlü müdafi komutan 19 Temmuz 1911 tarihinde müstakil 24. İşkodra Nizamiye Fırka Kumandanlığı’na gönderildi. 27 Mayıs 1912’de İşkodra Valiliği’ne tayin edildi. Balkan devletleri arasında en küçük devlet olan Karadağ’ın 8 Ekim 1912’de Osmanlı’ya savaş açmasıyla Arnavutluk’ta İşkodra Gölü’nün kenarında ve Drim Irmağının kıyısında bulunan İşkodra’yı, Hasan Rıza Bey emrindeki 24. Müstakil Nizamiye Fırkası kahramanca savundu.

Miralay Hasan Rıza Bey, Karadağlılar sınırı geçince müstahkem mevki kumandanlığı vazifesini de üstüne aldı. Kral Nikola şehri alıp Karadağ’a başkent yapmak istiyordu. Bu yüzden kuşatmaya çok önem veriyordu. Hasan Rıza Bey, Karadağ ordusunun sınırı geçip üç yönden şehri kuşatmasıyla kahramanca bir direniş göstererek halkın içinden ayrılmadan onların desteklerini alıp şehri uzun süre savunmuştur. Karadağ kuvvetlerinin kuşatmada yeterli olamaması üzerine Sırp birlikleri de yardıma gelmişti.

Hasan Rıza Paşa, özellikle Hıristiyan Arnavutları, Karadağlılar ve Sırplar aleyhinde ayaklandırmak için gayret sarf etti. Katolik papazlar ve Arnavut ileri gelenlerine Slavlar kazanırlarsa Arnavutluk için doğacak tehlikeleri anlattı. Osmanlı Devleti’nin bundan sonraki bütün fedakârlığı Arnavutların lehine kullanacağını vaat etti. Katoliklerin başında bulunan papazlar da bu konuda çalışmaya yöneldiler, İşkodra başpiskoposu işe bir resmiyet vermek suretiyle başlamak için Arnavutluk namına Hasan Rıza Paşa’dan teminat istedi. Hasan Rıza Paşa, Arnavutlarla yapılacak antlaşmanın ayrıntılarını papazlarla görüşmek üzere Esad Paşa’nın evine giderken, 30 Ocak 1913 günü akşamı tertiplenen bir suikast neticesinde silâhlı üç kişi tarafından vurularak şehit edildi. Yaralı olarak sadece 7 saat yaşayabilmiş; 30 Ocak’ta rütbesinin generalliğe yükseltildiği haberi daha kendisine ulaşmadan şehit olmuştu.

Şehir 22 Nisan 1913’e kadar direnmiş ve açlık ve salgın hastalıkların başlamasıyla anlaşmayla Karadağlılara teslim edilmiştir. Karadağ Ordusu kuvvetlerinin büyük çoğunluğunu bu kuşatma esnasında kaybetmişti. Savaştan sonra İşkodra şehrinin yeni kurulan Arnavutluk’a bırakılmasıyla savaştan, Karadağ neredeyse hiçbir fayda sağlayamamıştı.

Balkan Harbi’nde Osmanlı ordularının bütün cephelerde hızlı yenilgisi yanında Edirne, Yanya ve İşkodra şehirlerinin kahramanca direnişi ve İşkodra’nın Rumeli’de düşen son kale olması ile tarihimizin unutulmaz sayfalarındaki yerini almıştır.