Yıldırım Ağanoğlu sayfasına hoşgeldiniz

Bu sayfada yaptığım araştırmalar, kitap ve makalelerim, televizyon programlarım hakkında bilgiler bulacaksınız. Balkanlar konusundaki yazılarım, ilgi alanlarım ve çeşitli haberleri de paylaşmaya çalışacağım. Yorumlarınızı ve eleştirilerinizi bekliyorum. Balkanları unutmayalım

4 Şubat 2012 Cumartesi

BALKANLARIN MAKUS TALİHİ GÖÇ
KİTABIMIN YENİ BASKISI
İZ YAYINCILIKTAN  ÇIKTI
Sevgili Rumeli, Balkan, Trakya sevdalılarının bilgisine

OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E BALKANLARIN MAKÛS TALİHİ GÖÇ, 7. BASKI, İSTANBUL 2012, İZ YAYINCILIK
H. Yıldırım Ağanoğlu


 Göç hadisesi, hangi millet ve din mensubunun başına gelirse gelsin, bir insanlık dramıdır. Rumeli’den Anadolu’ya yönelik 300 yıldır devam eden göç süreci Avrupa tarihindeki nüfus hareketlerinin en önemlilerinden biridir. Elinizdeki kitapta, 1687 yılındaki ilk göçlerden başlayıp günümüze kadar olan süreç genel hatlarıyla verilip, özellikle Balkan Harbi ve Birinci Dünya Savaşı’nı takiben ortaya çıkan mezâlim, göç, iskân politikaları, iskândan sonra ortaya çıkan problemler ve muhacirlerle ilgili meseleler ayrıntılı olarak ele alınmış, bu konuda devletin arşiv belgeleri olayları aydınlatan projeksiyon işlevi görmüştür.


 

7 Ocak 2012 Cumartesi


OSMANLI’NIN TURİZM İLE GEÇİNEN İLK ADASI: ADAKALE

H. Yıldırım AĞANOĞLU


Bir yer hayal edin, yüz yıl önce nüfusunun tamamı Türklerden oluşsun. Bir yer hayal edin ki sularla çevrili bir ada olsun. O sular, orada yaşayanları izole edip, karayla bağlantısını kessin. Bu kuşatılmışlık yabancı kültürden ve hatta düşmanlardan korusun. Nereden bahsediyorsun, dediğinizi duyar gibiyim. Burası bir ada ama ne denizde, ne de gölde. Bir nehrin ortasında 1.500 metre uzunluğunda 400 metre genişliğinde bir ada. “Türkün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” dizesindeki Tuna nehrinin üzerinde Romanya ile eski Yugoslavya arasında kalmaktaydı.

Bizim gönlümüzde, tarihi ideallerimiz ve kültürümüzde Rumeli ismiyle geçen, yakın zamana kadar tüm dünyanın Balkanlar dediği, ancak şimdi adı nedense Güneydoğu Avrupa diye anılmaya başlayan coğrafyanın, bir inci tanesi kadar güzel beldelerinden sadece biriydi bu ada.

Bir araştırmada adanın kısa tarihi ve içinde oturanların kimler olduğu şöyle anlatılmaktadır: Tahminî olarak 1770’li yıllardan sonra Tuna nehri üzerinde hiçbir vapurun geçmediği, Adakale’de bir paşanın kumandasında bulunan büyük ve küçük subaylar ailelerini Adakale’ye getirmişlerdir. Burada bulunan ahali hep bu asker ailelerinin nesillerindendir. Kalenin duvarlarına bitişik evler buna bir delil olduğu gibi, ahalinin anadilinin sırf Türkçe olması da bundan kaynaklanmaktadır. Bu ailelerin erkek evladı belirli bir müddet için burada askerlik yaparlardı.

1877–1878 Osmanlı Rus-Harbi’nde Türk’ün gönlünden Tuna’yı kopardılar. Osmanlı Devleti’nin Tuna nehrine kıyısı olan toprağı kalmadı. Medeni Avrupa devletleri (!) Türkleri Balkanlar’dan çıkarmaya çoktan karar vermiş, Asya’ya kovmanın planlarını merhale merhale uygulamaya başlamışlardı. Berlin Anlaşması bunun en büyük ilk darbesiydi. Ama kader bu güzel toprağın daha 40 yıl bizde kalmasını yazmıştı bir kere. Berlin Anlaşması’nda her şeyi düşünen büyük devletler adanın kime ait olması meselesini maddelere geçirmeyi unutmuşlar böylece Adakale Osmanlı Devleti’nde kalmıştı.

Bu unutma garip bir durumu ortaya çıkarmıştı. Türkiye anakarasına nehir ve denizyoluyla üstelik bin bir güçlükle ulaşılabilecek 1.300 km. uzaklıkta bir toprak parçası nasıl idare edilecekti? Belki de dünyada ilk defa bir kaza müdürlüğü, idari olarak İçişleri değil, Dışişleri Bakanlığı’na bağlandı. Viyana’da bulunan Osmanlı Büyükelçiliği aracılığıyla İstanbul’daki Hariciye Nezareti’ne gönderilen talepler, raporlar aynı yoldan cevaplanabiliyordu.

1913 yılında yapılan nüfus sayımı neticesi Adakale’de 171 hanede 637 kişi yaşıyordu. Adakale nüfus defterinde isim, anne-baba ismi yanında doğum yeri, medeni hal, yaş, boy, göz, sima vb. ayrıntılı bilgiler ile meslek hanesinin de doldurulmuş olması bize çeşitli ipuçları sağlamaktadır.

Adanın geçim zorlukları, gıda, yakacak odun vb. ihtiyaç malzemeleri ile eğitim, sağlık, imar, idari problemleri hep Viyana Büyükelçiliğimiz aracılığıyla halledilmeye çalışıldı. Ada halkı ise bu duruma başka çözümler bulmuştu. 1918 yılına kadar Sırbistan, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Romanya’nın tam kesiştiği bir noktada bulunan Adakale’de gayri resmi kazanç kapısı tütün, şeker, tuz ve içki kaçakçılığıydı.

Resmi kazanç kapısı ise Osmanlı Devleti’nde daha turizmin t’si bile anılmıyor iken, bu adanın turistlerden gelir temin etmesiydi. Adaya özellikle 1880’li yıllardan sonra Tuna nehri üzerinde seyreden turist vapurları çok sık uğruyordu.

Adada en büyük meslek grubunu oluşturan 70 kayıkçı, 24 tüccar vb. meslekler vardı. Ama özellikle gelirini sadece turizmden sağladığını düşündüğümüz mesleklerin, ada nüfusuna oranla ihtiyaçtan oldukça fazla olduğu ortadadır. 13 vapur kahvecisi, 12 sigaracı, 9 berber, 6 kahveci, 4 Kunduracı, 4 bakkal, 3 bozacı, 2 tütün kıyıcısı esnafı sadece turistlere çalışan sektörlerdendi. Büyük çoğunluğu fakir olan ada nüfusunun ihtiyacı yanında adaya gelen ziyaretçilere hizmet verdiğini düşündüğümüz diğer bazı meslekler de şöyledir. 2 kasap, 1 börekçi, 1 kebabçı, 1 kundura boyacısı, 1 saatçi, 1 şekerci, 1 terzi, 1 yorgancı. Bir başka kaynakta ise adadaki şekerci sayısı bir düzine olarak geçmektedir. Adaya gelen turistler küçük çarşısındaki kahvecilerde Türk kahvesini içerken, hediyelik çeşit çeşit şeker ve lokum sigara ve Türk tütünü alıyorlardı.

İsmail Habib Sevük 1935 yılında neşredilen Tuna’dan Batı’ya adlı kitabında: “…Tuna vapurlarının güzel bir adeti olan alaturka kahve satmak imtiyazı Adakalelilere verilmiş. Bizim vapurda bu vazifeyi Aziz Ağa görüyor. Geniş omuzlu, pos bıyıklı, pehlivan yapılı, kahve getirmeğe giderken zannediyorsun ki kıspetini alıp gelecek; ellilik gövdesini dinç adımlarla yürüten şu efendi adama bak, bu kahveci insana öyle geliyor ki, yalnız bu vapurun değil bütün bu suların sahibidir. Bir adamda bir vatan buldum!...”

Ada iskelesine yanaşan vapurlardan inen ziyaretçiler, çok uzakta olan Türkiye’nin adeta minyatür bir halini Adakale’de görebilme imkânına kavuşuyorlardı. Adaya inince tarihi tahkimatı, belediye binası, cami külliyesi, küçük dükkânların sıralandığı ana caddesi, çarşısı Pazar yeriyle adaya bir köy dokusu hâkimdi. Biri pazaryeri, öbürü kale surlarının bittiği yerde iki kahvehane vardı. Evlerin mimarisi Rumeli Türk üslubuna özgüydü.

Yine adaya gelip orada bir eşyasını unutan ziyaretçilerin hiçbir eşyasına dokunulmaz, bir dükkânın vitrininde sergilenirdi. Turistler adaya bir dahaki gelişlerinde o eşyalarını tanır ve alırlardı. Bu da Avrupalılar için hayranlık uyandıran bir güven timsaliydi.

Osmanlı’nın turizmle geçinen ilk beldelerinden ve Tuna üzerinde Türk bayrağının son dalgalandığı yer olan Adakale’nin Romanya’ya ait olduğu 1923 Lozan Anlaşması’ndan sonra Türkiye tarafından kabul edilmiştir. İsmail Habib Sevük, Berlin Anlaşması’nda adanın zikredilmesinin unutulmasını ve Lozan’dan sonra Adakale’yi kaybetmenin acı tarifini dikkat çekici bir üslupta anlatmıştır:

“ … Berlin Muahedesi yapılırken nasılsa Adakale unutuluyor. Bu nisyan sayesinde kırk yıl [daha] o küçük ada bizde kaldı… Büyük harpten sonra o kırk yıllık yanlışı düzelttiler. Hiçbir düzeltme bundan yanlış olamaz. Kırk yılın ucunda mukaddes bir unutma, diğer ucunda melun bir düzeltme. Cihan harbinden iki misli büyüyerek çıkan şişman Romanya’ya o üç harmanlık ada ne verdi? O dünya savaşında coğrafyasının yarısı giden biz, Arap kıtalarından çok, o adacığa yandık. Onların kazancı hiç, bizim kaybımız derin. Türk’te kalmayan Tuna, Tuna’da kalan o ada ile bize bağlıydı. Sızımızda kesilen bir damar acılığı var…”

Adanın 1923’de Romanya Krallığı ve Sosyalist Romanya dönemindeki Türklerin hayatı, bir başka yazı konusudur. Evet, Adakale’nin kaybı o devirde herkesin canını acıtmıştı. Koskoca Rumeli 1913’de kaybedilmişti, ama 1923’e kadar hukuki olarak elimizde kalan bayrağımızın dalgalandığı Rumeli’deki son toprağımızdı bu küçük ada.

Ama daha da acı olan 1970 yılında Romanya ile Sırbistan’ın ortaklaşa yaptığı bir barajla Adakale’nin tamamen Tuna nehrinin suları altında kalıp yok olmasıydı. Yönetmen İsmet Arasan'ın çektiği Adakale Sözlerim Çoktur belgeselinde Türkiye’ye göç eden bir Adakalelinin söylediği söz adeta yürekleri dağlamaktadır: “Herkesin bir memleketi var, gidemese de göremese de, ancak benim çocuklarıma gösterebileceğim bir memleketim bile yok. Çünkü sular altında kaldı. Bu çok acı.

Not: Bu yazı Yenişafak Gazetesi Pazar Eki'nde  20/04/2010 tarihinde yayınlanmıştır.

1 Ocak 2012 Pazar


İŞKODRA’DA PAPAZA KIZIP MÜSLÜMAN OLAN ARNAVUTLAR

H. Yıldırım AĞANOĞLU

Not: Yazı Habertürk Tarih Dergisinin 37. sayısında yayınlanmıştır. (6/2/ 2011) 

Arnavutluk coğrafyası yüksek aşılmaz dağlara ve sert bir iklime sahip bir coğrafyadır. Bu yüzden bölgenin geneline hakim olan devletler, tarih boyunca bu topraklara sahip olmada hep zorlandı. Mesela Büyük İskender, bile tüm Makedonya'nın fatihi olmanın yanında Hindistan'a kadar gitmiş iken Arnavutluk'un tamamını ele geçiremedi.

Kosova Meydan Muharebesi'nden sonra (1389) Osmanlı'ya Bosna yolu açılmıştı. Fakat Arnavutlar, 30 sene kadar, Osmanlı ordularının ileri harekâtına mani olmuştu. Bu 30 yıl boyunca bazı Arnavut kabilelerinin kendi istekleriyle Müslüman olmalarıyla Osmanlı orduları Bosna yönünde ilerlemesini daha rahat sürdürebildi. Günümüz Arnavutluk topraklarının tamamının Osmanlı Devleti'ne katılması ancak Fatih döneminde mümkün olabildi. Bölgeyi yönetmek kolay olmadı ve uzun süren isyanlar devleti bayağı uğraştırdı. Ancak bunlar bugünkü yazımızın konusu değil.

Bölgede 1861 yılında isyan çıkması üzerine Babıâli, İşkodra’nın valisini görevden almak ve halkı sakinleştirmek planını devreye soktu. Fevkalade memuriyet ile Ahmed Cevdet Paşa, Kuzey Arnavutluk bölgesindeki İşkodra'ya gönderildi. Son dönem tarihimizdeki önemli kişiliklerden biri olan Cevdet Paşa, bölge hakkında padişaha verdiği raporda Arnavutlar hakkında ayrıntılı ve çok ilginç gözlemlerde bulunmuştu:

“Arnavutluk ikiye ayrılır: Gegalık ve Toskalık. Toskalık da kendi içinde Toska, Lab ve Çam olmak üzere üçe ayrılır. Bunlar arasında hem Müslüman hem de Hristiyanlara rastlanır. Hristiyan olanlar güneyde Ortodoks, kuzeyde ise Katolik mezhebini seçmişlerdir. Arnavutların en cesur ve cengâverleri Malisörlerdir. Malisya dağ, Malisör dağlı demektir. İşkodra Malisörlerinin çoğunluğu Katoliktir. Müslüman kardeşleriyle aynı dili konuşur ve aynı tarafta yer alırlar. Çünkü İşkodra Müslümanlarının çoğunluğu, vaktiyle dağlık Malisya’dan inip İslam ile müşerref olmuşlardır. Loha’dan gelmiş kişinin ismini Hüseyin Loha, Hot’dan gelmiş birinin ismini ise Hasan Hot şeklinde anar ve dağlardaki hristiyan yakın akrabalarını ziyaret ederlerdi.

İşkodra kasabasına gelen Hristiyan Malisörler ise Müslüman kardeşlerinin evlerinde teklifsiz misafir olurlar. Ancak bu Katolik Malisörler, İşkodra kasabasında oturan Hristiyan kardeşlerinden hiç hoşlanmazlar. Bunun sebebi de kasabada oturan bu hristiyanların silahsız gezmeleri ve savaş meydanlarında hiç görünmemeleridir. Onların Avrupa konsoloslarına her fırsatta müracaat etmelerinden ise nefret ederler. İşkodra Malisörleri hiçbir zaman tamamen kontrol altına alınamamıştır. Başlarına İşkodra'nın önde gelenlerinden bir bölükbaşı tayin olunur. Hükümetle olan tüm işlerini bu bölükbaşı vasıtasıyla görürlerdi. Malisörler genellikle çobanlık ve çiftçilik yaparlar, beyaz abadan yelek ve siyah tüylü kısa aba, beyaz potur giyerlerdi. Başlarına giydikleri beyaz külah üzerine beyaz bir sargı sararlardı.”

İşkodra Vilayeti'nin yönetimi altında olan Karacadağ Malisörleri vaktiyle tamamen Hıristiyan iken sonra Müslüman olmuşlardı. Bunun sebebi ise çok ilginç bir hikâyedir. Bir pazar günü kilisedeki ayine geç kalıp, ekmek ve şaraptan mahrum kalan Malisörler Papaza, “Bizim için tekrar ekmek ve şaraba oku” demiş. Papazda “Ayinin tekrarı caiz değildir”, diyerek okumamış. Israr edip tekrar oku deyip, yine hayır cevabı alınca, sinirlenip papazı öldürmüşlerdi. Papazın öldürülmesi üzerine bölgenin piskoposu tarafından aforoz edilmiş ve Hıristiyanlıktan çıkartılmışlardı. Malisörler de piskoposa kızıp, madem öyle biz de Müslüman olduk demişlerdi.

Arnavutlar uzun yıllar gerek Katolik, gerekse Müslüman olsun Osmanlı Devleti'ne kahraman ve cengâver bir şekilde hizmet etti. Yanlarında cephane ve mısır ekmeği olduğu müddetçe, Ortodoks mezhebindeki Karadağlılara karşı savaştılar. Karadağ gailesi Osmanlı Devleti'nin başına hep bela oldu. Karadağlılar isyancı olduğu kadar, arkalarında güçlü bir hami olan Rusya'nın bulunmasından da şımararak İşkodra ve çevresine tarih boyunca baş belası oldular.



Aman değmeyin, omuzlarına kazara dokunanları öldürüyorlardı!

Ahmed Cevdet Paşa, İşkodra'da valiyi görevden alıp halkı sakinleştirdikten sonra Arnavutlar başlarında bayraktarları olmak üzere kabileler halinde gelip devlete bağlılıklarını bildirdi. Yalnız, Şale ve Şosi Kabileleri itaatlerini ve padişaha bağlılıklarını bildirmelerine rağmen şehirden ayrılmak için izin istedi. Bunun sebebi sorulduğunda ise kabilenin kanun hükmünde olan garip adetleri gösterildi. Nahiyelerimiz halkı, devletimiz nereye emrederse oraya gider, yalnız biz şehirde duramayız, diyen Şaleliler şehir dışındaki bir handa misafir edildi.

Şaleliler, Malisörlerin en vahşileriydi. Mesela, şehirde yürürken bir adamın omzu kazayla bir Şalelinin omzuna değse, ne kadar özür dilese kâr etmezdi. Şaleli namusunu temizlemek için adamı öldürmek zorundaydı. Eğer öldürmezse kabilesi bu adama namussuz gözüyle bakardı. O yüzden bunlar kalabalık içinde bulunmaz, bulunmak zorunda olduklarında ise daima alarga vaziyette dolaşırdı. Elbiseleri o kadar eskiydi ki, sokağa atsalar kimse dönüp bakmazdı. Ancak silahları bütün kabilelerden daha yeni ve üstündü. Bütün bu tuhaf kanunlarına rağmen, devletin emrettiği yere vakit kaybetmeden gidip askerlik yapıp özellikle Ortodoks Karadağlılara karşı vatanı savunurlardı.



Hristiyan Malisörler 4 kadın alıyor, üstelik nikâhlarını imam kıyıyordu!

İşkodra bölgesindeki Malisörlerin ne Müslümanları diğerlerine benzer, ne de Katolikleri tam Hristiyandır. Müslümanlar içinde sünnet olmayanları çoktur. Katolik Malisörler ise diğer Katoliklerde asla görülemeyecek derecede dinen yasak olan dört eş alırlardı. Bunun çözümünü ise şu şekilde bulmuşlardı. Birinci eşlerinin nikâhını papaz kıyardı. Diğer eşlerin nikâhı için ise papaza gidemeyeceklerinden dolayı imama müracaat ederek nikâh kıydırırlardı. Katoliklikte birden fazla evliliğin caiz olmadığı konusunda vaaz eden papazlar ise bu konuda fazla konuşmalarının cezasını bazen yataklarında öldürülerek öderdi. Bu yüzden papazlar meseleyi çözemeyince çok hassas oldukları halde bu adeti görmezden gelmekteydiler.

Katolik Malisörler Müslümanlara kız vermekten çekinmezlerdi. Nadir de olsa Müslümanlardan da kız alırlardı. Mesele Bib Doda Paşa’nın eşi Müslümandı. Ama kız alıp verme sadece Katolikler ile Müslümanlar arasındaydı. Ortodokslar ile asla karışmazlardı. Ahmed Cevdet Paşa’ya göre vaktiyle İslam dini bu Katoliklere gereği gibi anlatılsa bunların tamamı Müslüman olabilirdi. Ancak Yavuz Sultan Selim döneminden sonra bu meseleye gereken önem gösterilmemişti. (Osmanlı Arşiv Belgelerinde Arnavutluk, İstanbul 2008, s. 250-289.)

İşte 140 yıl önceki Arnavutluk'un İşkodra şehrinde yaşanan gariplikler. Birlikte yaşadığımız Müslümanı, Hristiyanı, Türkü, Arnavudu, Boşnağıyla Osmanlı Devleti’nin her şehrinde buna benzer farklılıklar mevcuttu. Tek tip değil, çeşitlilik ve türlü tuhaf örf-adetler, farklı lisanlar, çeşitli din ve mezhepler içinde birliği ve devletin yönetimini sağlayabilmek hiç kolay değildi. Osmanlı ise bu birlikteliği 623 yıl yaşatmayı başardı.



DEVLETE BAĞLI OLAN MALİSÖRLERE NE OLDU DA İSYAN ETTİLER?

Ahmet Cevdet Paşa’nın 1861’de devlete bağlı olarak nitelediği Malisörler, daha sonra uygulanan yanlış politikalar sonucu büyük bir isyanın kaynağı oldular. Buna verilebilecek en önemli örnek, Jön Türklerin Kuzey Arnavutluk’ta uyguladıkları yanlış politikaların tabii bir neticesi 1911’deki Katolik Arnavut Malisörlerin isyanıdır. Malisörler yarı özerk bir şekilde Osmanlı-Karadağ sınırı boyunca yaşayan ve hudut muhafazasında önemli roller üstlenen bir unsurdu. Gerek Sultan Abdülaziz ve gerekse Sultan İkinci Abdülhamid zamanında Malisörlere hususi bir statü tanınmıştı.

İttihat ve Terakki’nin, Malisörlerin elinden silahlarını toplayarak bu özel statüyü değiştirme çabaları devlete bağlı olan bu unsuru çileden çıkardı. Silahlarına adeta bir namus gözüyle bakan ve özgür yaşamaya alışmış Malisörler, Şevket Turgut Paşa’nın askeri seferi ile karşı karşıya kaldılar. Silahsızlanma çabaları boyunca bazı aşiret reislerine baskı yapıldı ve hapishaneye atıldılar. Bölgede Osmanlı’nın başına daima bir bela olmuş Karadağ bu durumdan istifade etmeye çalıştı. Karadağ Kralı Nikola, kendi topraklarını İşkodra Vilayeti’ne doğru genişletmeye çalışıyordu. Bundan dolayı Kral Nikola, isyancıların bir kısmını el altından silahlandırdı hatta topraklarında barındırıp korudu. Bu konuda diğer bir destekçi de Adriyatik Denizi’nin karşı kıyısında bulunan ve bölgede nüfuzunu arttırmaya çalışan İtalya idi.

Balkan devletleri iki taraflı bir tutum sergilediler. Balkanlar’daki Slav halklarının hamisi rolünü üstlenen Rusya, Osmanlı Devleti’ne karşı direkt bir harekette bulunmanın vaktinin hala gelmediğine inanıyordu. Avusturya-Macaristan ise, bu isyanın Rusya’nın nüfuzunu arttıracağından endişe ediyordu.

İsyancı Katolik Arnavutları kendi topraklarında barındırması, Karadağ’da ticaretin gerilemesine ve ekonomik krizin çıkmasına sebep oldu. Böyle bir durum halkın hükümete karşı tepkisini de beraberinde getirdi. Karadağ içindeki muhalefete rağmen Malisörler ile Osmanlı İmparatorluğu arasında arabuluculuk rolü oynayan Kral Nikola’nın itibarı arttı.

Osmanlı Devleti’ne karşı tarihleri boyunca düşmanca tavırlar sergileyen Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan mevcut durumdan toprak kazanamayacaklarını bilmelerine rağmen Malisörlere silah satışını sürdürdüler. Çünkü isyanın Arnavut vilayetlerinden koparmak istedikleri Kosova ve Güney Arnavutluk’a yayılmaması bu ülkelerin işine geliyordu.

İtalya ise bu isyanda önemli bir rol oynadı. Osmanlı Devleti’nin Balkanlar’da güç kaybetmesi, İtalya’nın planladığı Trablusgarp işgalini kolaylaştıracaktı. Yine İtalya Kralı Viktor Emanuel’in, Karadağ Kralı Nikola’nın kızıyla evlenmesi de bölgeye olan yakın ilgisinin bir sebebiydi. Ama Malisörlerin Katolik olması İtalya’nın bu isyanla ilgilenmesinin en önde gelen sebeplerinden biri olmuştu.

Osmanlı Devleti topraklarında Katoliklerin koruyuculuğunu üstlenen Avusturya-Macaristan ise ilk başta isyancılara sahip çıktıysa da Balkanlar’da adeta çok bilinmeyenli denklemlere benzeyen siyaset gereği daha sonra isyanı bitirmek için uğraştı. Çünkü Balkanlar’daki Slav ve özellikle Rus nüfuzun artmasının vereceği endişe ile Habsburglar, Malisöre ve onları destekleyen Karadağ’a isyanlarından vazgeçmeleri için baskıda bulundu.

Ancak Osmanlı Devleti’nin Avrupa Devletlerinin aracılığıyla yaptığı baskı ve Malisörlerin tarihi düşmanları olan Karadağ’dan memnun kalmamaları neticesinde birkaç ay sonra evlerine döndüler.

Bununla birlikte Malisör isyanı, Osmanlı Devleti’ni hem insanî hem de malî bakımdan olumsuz etkiledi. Özellikle halkın huzurunun bozulmasına sebep oldu. İsyanın meydana geldiği bölge maddî ve manevî olarak çok ağır darbe aldı. İsyan bölgesinde pek çok ev yıkılırken bölge halkının temel geçim kaynağı olan tarım neredeyse bitme seviyesine geldi. Yine bölgedeki kış şartlarının sertliği, yaşanan sıkıntıları bir kat daha artırdı. Cahillik ve fakirlikle birlikte bu isyan, bölge halkının Balkan savaşlarında Osmanlı Devleti’ne karşı takındıkları olumsuz tavırların en önemli sebeplerinden birini oluşturdu. İttihat ve Terakki’nin hatalı politikaları yanında dış güçlerin kışkırtmalarıyla bu isyan Arnavut milliyetçi hareketinin daha da güçlenmesiyle neticelendi.



İŞKODRA SAVUNMASI

İşkodra’dan bahsetmişken Balkan Harbi’nde tarihimize geçen o meşhur savunmadan bahsetmeden geçmek olmaz. İşkodra sancağının 1912’deki nüfusu 37.000 civarındaydı. Bunun dörtte üçü Müslüman, dörtte biri ise Hıristiyan Katolik idi. 1912-13 Balkan Harbi'nde düşman orduları bütün Rumeli şehirlerini işgal etmesine rağmen sadece Edirne, Yanya ve İşkodra şehirleri direnebilmişti. Hasan Rıza Paşa, Karadağ ordusu ve müttefikleri Sırplara karşı destansı bir savunma gerçekleştirmişti.

Ünlü müdafi komutan 19 Temmuz 1911 tarihinde müstakil 24. İşkodra Nizamiye Fırka Kumandanlığı’na gönderildi. 27 Mayıs 1912’de İşkodra Valiliği’ne tayin edildi. Balkan devletleri arasında en küçük devlet olan Karadağ’ın 8 Ekim 1912’de Osmanlı’ya savaş açmasıyla Arnavutluk’ta İşkodra Gölü’nün kenarında ve Drim Irmağının kıyısında bulunan İşkodra’yı, Hasan Rıza Bey emrindeki 24. Müstakil Nizamiye Fırkası kahramanca savundu.

Miralay Hasan Rıza Bey, Karadağlılar sınırı geçince müstahkem mevki kumandanlığı vazifesini de üstüne aldı. Kral Nikola şehri alıp Karadağ’a başkent yapmak istiyordu. Bu yüzden kuşatmaya çok önem veriyordu. Hasan Rıza Bey, Karadağ ordusunun sınırı geçip üç yönden şehri kuşatmasıyla kahramanca bir direniş göstererek halkın içinden ayrılmadan onların desteklerini alıp şehri uzun süre savunmuştur. Karadağ kuvvetlerinin kuşatmada yeterli olamaması üzerine Sırp birlikleri de yardıma gelmişti.

Hasan Rıza Paşa, özellikle Hıristiyan Arnavutları, Karadağlılar ve Sırplar aleyhinde ayaklandırmak için gayret sarf etti. Katolik papazlar ve Arnavut ileri gelenlerine Slavlar kazanırlarsa Arnavutluk için doğacak tehlikeleri anlattı. Osmanlı Devleti’nin bundan sonraki bütün fedakârlığı Arnavutların lehine kullanacağını vaat etti. Katoliklerin başında bulunan papazlar da bu konuda çalışmaya yöneldiler, İşkodra başpiskoposu işe bir resmiyet vermek suretiyle başlamak için Arnavutluk namına Hasan Rıza Paşa’dan teminat istedi. Hasan Rıza Paşa, Arnavutlarla yapılacak antlaşmanın ayrıntılarını papazlarla görüşmek üzere Esad Paşa’nın evine giderken, 30 Ocak 1913 günü akşamı tertiplenen bir suikast neticesinde silâhlı üç kişi tarafından vurularak şehit edildi. Yaralı olarak sadece 7 saat yaşayabilmiş; 30 Ocak’ta rütbesinin generalliğe yükseltildiği haberi daha kendisine ulaşmadan şehit olmuştu.

Şehir 22 Nisan 1913’e kadar direnmiş ve açlık ve salgın hastalıkların başlamasıyla anlaşmayla Karadağlılara teslim edilmiştir. Karadağ Ordusu kuvvetlerinin büyük çoğunluğunu bu kuşatma esnasında kaybetmişti. Savaştan sonra İşkodra şehrinin yeni kurulan Arnavutluk’a bırakılmasıyla savaştan, Karadağ neredeyse hiçbir fayda sağlayamamıştı.

Balkan Harbi’nde Osmanlı ordularının bütün cephelerde hızlı yenilgisi yanında Edirne, Yanya ve İşkodra şehirlerinin kahramanca direnişi ve İşkodra’nın Rumeli’de düşen son kale olması ile tarihimizin unutulmaz sayfalarındaki yerini almıştır.

25 Aralık 2011 Pazar

GÖÇ kitabım İz yayıncılıktan çıkacak


Merhaba
şu ana kadar 6 baskı yapan "Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Balkanların Makus Talihi Göç" kitabımin 7. baskısı genişletilmiş ve gözden geçirilmiş baskısıyla İz yayıncılıktan ocak 2012'de çıkacak. değerli okurlarımın bilgisine

“ELVEDA RUMELİ” HAKKINDA

ELVEDA RUMELİ” HAKKINDA
 
Bir dizi hakkında yazı yazmalı mıyım, yoksa yazmamalı mıyım? Çok düşündüm. Ancak gördüm ki bu dizi film bir şekilde Rumelililerin gündemine girmeyi başardı. Evet, yıllar sonra bir Rumeli konulu bir dizi seyrediyoruz. Bu bizim için aynı zamanda hem sevindirici hem de şaşırtıcı oldu. Her şeyden önce bu dizi hakkındaki beklentilerimiz, daha seyretmeden çok fazlaydı. Bir de Rumelili olup da bu gözle izleyince, bizim tarafsız yorum yapmamız oldukça zor olsa gerek.
Diğer bir konu haziran sonu temmuz başıydı herhalde bir gün Dernek Yüksek İstişare Kurulu Üyemiz Lütfü Türkkan beni aradı. Erdal Özyağcılar’ın kendisini aradığını, bir dizi çekileceğini ve “Rumeli ağzı” konusunda yararlanılacak yazılı kaynak var mı diye sorduğunu belirterek yardımcı olmamı istedi. Ben de bulduğum birkaç kitap ve makaleden fotokopi hazırlattım. Ben yoktum ancak değerli sanatçı Erdal Özyağcılar bizzat Rumeli Türkleri K. D. Derneği’ne gelmiş ve bu kaynakları teslim almış. Bu konuda da derneğimizin bir müracaat merkezi olduğunu görmek ve yardımcı olmak beni fevkalade memnun etti.
Nihayet dizinin yayın günü gelip çattı. İster istemez bir tarihçi gözüyle olaya baktım. Gördüğüm yanlışlıkları aktarmak zorundayım. Bir baktım ki hikâye Pürsıçan diye bir kasabada geçiyor. Bildiğim kadarıyla tarih boyu bu kasaba Üsküp yolu üzerinde olmamış, Üsküp ile de idari açıdan hiç alakası olmamıştır. Ama nedense hikâyede zaman zaman Üsküp adı geçiyor (Aleks’in Üsküp’ten gelmesi, Hâlbuki yakın olan merkez Selanik’tir). Pürsıçan kasabası Osmanlı Devleti’nde idari olarak Drama kazasına ve Selanik Vilayeti’ne bağlıydı. Çok küçük hatta köy bile sayılabilecek bir nahiye idi. Mülki amir Nahiye müdürüydü. 
Dizide gösterilen Pürsıçan ise son derece zengin binalara sahip adeta büyük bir şehir. Mesela hükümet konağı ve diğer binalar son derece modern. Bunun sebebi filmin şehir sahnelerinin, Makedonya’nın Manastır ve Ohri şehirlerinde çekilmesidir. Dolayısıyla mekânlar harika, ancak küçük bir kasaba olan Pürsıçan için bu mekanlar inandırıcı olmamış. Sonra senaryoda niye Pürsıçan, Rumeli’de başka kasaba mı kalmadı. Zannedersem sadece adındaki gariplik ve ilgi çekiciliği yüzünden olsa gerek. Senaryoyu hazırlayanlar çeşitli kitap, film ve senaryolardan epey yararlandıkları(!) ortaya çıkıyor. Bazı esinlenmeler olabilir ama bu kadarı da fazla gibi.
Bir kere konu Damdaki Kemancı hikâyesiyle aynı, özneler ve ülkeler değiştirilmiş. Ana karakterin fakir bir sütçü olması, kızlarını zengin biriyle evlendirmek istemeleri. Fakat kızın bir terziyle evlenmesi. İmparatorluğa başkaldıran bir genç ile diğer bir kızın evlenmesi, diğer kızın farklı bir din taşıyan biriyle evlenmesi, ailenin dağılan imparatorluk yüzünden göç etmek zorunda kalması birebir örtüşüyor. Gelelim Namık ya da Tıbbiyeli Mustafa karakterinin karapoşulu haline, o da atv’de geçen yıllarda sona eren Kurşun Yarası diye bir dizi hikâyesinde ortaya çıkan karapoşuluya benziyor. O filmde de düğün basılıyordu mesela.
Yine bütün tartışma gruplarında gözden kaçırılan bir tesbiti de ilk defa ben yazayım. Hikâye ve kasabanın ismi Türk Tarih Kurumu yayınları arasında Ankara 1979 tarihinde basılan Tahsin Uzer’in, Makedonya Eşkıyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi adlı kitabındaki anılarından alınmış. Çünkü Tahsin Uzer 1897’de Pürsıçan kasabasına 19 yaşında bir nahiye müdürü olarak atanmış. (Günümüzde nahiye müdürlüğü kalmadığından senaristler bunu kaymakam diye değiştirmişlerdir diye tahmin ediyorum) Uzer kitabında “bana gençliğim ve toyluğumdan dolayı kızan müdür diyorlardı” diyor. Filmde “kızan kaymakam” olmuş. Yine vergi vermediklerinden ağaçta bırakılma cezasına çarptırılan köylüler ve kasabada bulunan subayla kavga sahnesi de birebir aynı. Yani kitap sitelerine girip Makedonya diye yazılınca, çıkan sonuçlar arasında bu kitaba bakıldı diye mi, kasaba adı Pürsıçan oldu. Garip !! İnanın bu küçük kasaba hakkında arasanız başka yayın bulmanız o kadar zor ki?
Kasabada Pürsıçan kaymakamını bağlı bulunduğu vali toplantıya çağırıyor. Hangi vilayet biliyor musunuz Manastır Vilayeti. Yahu en azından Pürsıçan idari olarak Selanik’e bağlıydı. Onu tutturun bari. Bir tarihçiye sorsaydınız size en azından bunu söylerdi. Bir başka mesele; komitacı komitacıdır, iyisi olmaz. Bulgar’ı kötü Makedon’u iyi olamaz. Dizide her halde Aleks Makedon diye Makedonlardan hep iyi insanlar diye söz ediliyor. Aman beyler Osmanlı Devleti zamanında bölgede yaşayan Türk, Arnavut ve tüm Müslümanların başının belalısı VMRO’yu ne çabuk unuttunuz. Tamam diziyi Makedonya’da çekiyoruz ama onların gönlünü bu kadar da hoş tutmamak lazım. Yine bu bir film tamam, ilgi çekmesi ve hüzünlü bir aşk hikayesi lazım ancak, bir Türk kızı hele 1896’da bir gavurla değil evlenmek konuşması bile neredeyse imkânsız gibiydi. Bunlar tarihi gerçeklere ters düşüyor. Benim ki de laf. Sanki dizilerde tarihi gerçeklere çok uyuluyormuş gibi.
Gerçi komitacıların düğün basması, masum sivilleri öldürmesi ve Rumeli insanımızın içine düştüğü baskı ve zulmü göstermesi açısından tarihsel gerçeklere uymuş bu bölümde. Köy çekimlerindeki gerçeklikle, Anadolu kültürü ve Rumeli kültürünün benzerliği ve bir kökten çıktığı da bu filmle ortaya biraz daha çıkacaktır. Rumeli’den göç ileriki bölümlerde kesin olarak gündeme gelecektir diye düşünüyorum. İşte bu nokta çok önemli. Bir yazar olarak kitapların ülkemde çok fazla okunmadığını biliyorum. Benim yazdığım Göç kitabı 4. baskıya ulaştı. Ancak 40 baskı yapsa bile, bu dizi filmin insanlarımızı bilgilendirdiği kadar faydalı olamazdı. Bu da maalesef Türkiye’nin gerçeklerinden. Türkiye’de Rumeli’den göç ettik deyince Rumeli’de neresi diyen milyonlarca insan var. Rumeli kavramını ülkemizde ve hatta Balkanlar’da bile Rumluk ile irtibatlandırmaya çalışan cahiller var. Kültürümüzden, tarihimizden, ideallerimizden bu kadar mı koptuk? Cevap veriyorum: Evet koptuk.
Yine dizide hepimizin hoşuna giden, orijinal mekânlarda çekim yapılması. Üsküp Türk Tiyatrosunun sanatçılarının (taklit yapmadan) bizzat kendilerini oynamaları, o kadar güzel ki. Yine mesela köy sahneleri Manastır’a bağlı Makova köyünde çekilmiş. Dış ve iç mekanlar, kıyafetler, makyaj, bölgede çekildiği için ve uzman olarak Makedonya film sektöründen insanlar kullanıldığı için son derece başarılı. Ama en önemlisi benim gözümde hepsi birer kahraman olan ve bu film dolayısıyla yoğun olarak Türkiye gündemine gelecek olan Üsküp Türk Tiyatrosu sanatçılarıdır. Bu sayede Üsküp, Makedonya kavramlarını, cahil insanlarımızın öğrenmesini sağlayacaklardır, inanıyorum. Yoksa Türkiye’deki her şeye kayıtsız kalan gençlerimiz ve ekonomik sıkıntıyı bahane edip Balkanlar ile hiç ilgilenmeyen insanlarımızın Üsküp’te 50 yıldır profesyonel bir Türk tiyatrosunun bulunduğundan hiç haberi olmayacak. Her ne kadar her sene Türkiye’nin ve dünyanın çeşitli şehirlerine turneye çıksalar da; şimdiye kadar bir dizide bu kadar yoğunlukla yer almadıkları için hak ettikleri övgüleri hiç alamıyorlardı. Bu Üsküplüleri dinleyince bir Üsküplü olan annem, teyzelerim, yengelerim kısaca Üsküp’teki tüm akrabalarım, memleketim, annevatanım gözlerimin önüne geliyor. 
Erdal Özyağcılar (Sütçü Ramiz), Şebnem Sönmez(Ramiz’in karısı Fatma), Gökhan Mete (Kasap Cabbar) Türkiye’den olmalarına rağmen özellikle diyalektikleriyle ve oyunculuklarıyla çok başarılılar. Ama dizideki favorilerim Üsküplü oyuncular Filiz Ahmet(Zarife), Bedia Begovska (Gürücü Bedia), Salaeddin Bilal (Osmanlı Paşası)’dır. Yine ismini bilmiyorum ama Bulgar komita reisini oynayan Üsküplü sanatçı da iyi bir oyuncu. 
Eleştirilerimiz daha iyiye yönlendirmek için. Yerin dibine batırmak için değil. İnsanlar tarihi filmlerde seyrettikleri her şeyi gerçek zannetmesinler diye doğruları yazmaya çalıştım. Bütün bunlar Yapımcı, yönetmen oyuncu ve tüm ekibi kutlamama engel teşkil etmez. Hepsini tebrik ediyorum. 
Rumeli konusunu içeren diziler çoğaldığı takdirde Türkiye’den Balkanlar’a yönelik hassasiyet bu vesileyle biraz daha artacaktır diye düşünüyorum. Kamuoyunun dikkatini çekme noktasında en azından biz yazarların kitaplarımızla yapamadığını böyle dizilerin daha iyi başardığı bir gerçek. Ama yine de hayatımızın her safhasını diziler kaplamasın. Sizler okumaktan, doğruların ama sadece doğru olanların peşinde koşmaktan vazgeçmeyiniz lütfen.
H. YILDIRIM AĞANOĞLU
21/11/2007

77 YIL SONRA PRİJEPOLJE (Priyepolye)

77 YIL SONRA PRİYEPOLYE’DE


22 Eylül 2009 Ramazan Bayramının üçüncü günü. Kaderim beni Saraybosna'ya tekrar sürükledi. Priyepolye (Orijinali: Prijepolje) doğumlu Hüseyin Amcam de benimle beraberdi. Babamın gidemediği ve kardeş çocukları olduğu akrabalarına ben ve amcam ilk defa gidiyorduk. Bizi karşılayan akrabalarımla hasret giderdikten sonra kalacağımız evlere dağıldık. Babamın doğduğu şehre gitmek için dakikaları saymaya başlamıştım.

Anladığım kadarıyla akrabalarımız yollar güvenli de olsa bizim Priyepolye’ye gitmemizden pek hoşnut değillerdi. Ancak aradan o kadar uzun seneler geçmişti ki biz bu coğrafyaya sadece 3 saatlik bir mesafedeyken bu sıkıntıları düşünecek durumda değildik. Netice de akrabalarımla birlikte Saraybosna şehir merkezindeki Sırbistan Büyükelçiliği’ne gittik. Çünkü amcam Hüseyin Ağanoğlu’nun doğduğu şehri görebilmesi için Sırbistan vizesi gerekiyordu. Fotoğraflar çekildi, gereken işlemlere başlandı. Ancak bürokrasi burada peşimizi bırakmadı ve vize işinin kısa sürede sonuçlanamayacağı anlaşıldı. Dolayısıyla amcam vazgeçmek zorunda kaldı.

Vişegrad Köprüsü’nü ziyaretimizden sonra kenarında, çektirdiğimiz fotoğrafların bizim için ayrı bir hatırası oldu. Çok mutluyduk. Ancak Saraybosna’ya döndükten sonra akrabam Nermina’ya çektiğim fotoğrafları gösterdiğimde ben heyecanla Vişegrad Köprüsü’nü ne kadar beğendiğimi anlatırken, onların yüzü asık bir şekilde beni dinlediklerini gördüm. Ne olduğunu sorduğumda yine bir acı haberle karşılaştım. Bu köprüde Sırp çetnikler hem 2. Dünya Savaşı’nda hem de 1992 savaşında Müslüman Boşnakları katletmişler. Hatta o zamanlar bu köprüye kanlı köprü adı verilmiş. Drina nehrinin günlerce kan kırmızısı aktığı rivayet edilir. Ne acı yarabbim. Hayvanlar bile içgüdüsel olarak ve sadece yiyecekleri bir canlıyı öldürürler. Bir insana böyle bir katliam yapacak bir insan düşünemiyorum. Onlar hayvandan da aşağılık varlıklar çünkü.

Vişegrad Köprüsü’nü ziyaret ettikten sonra, bizi orada bekleyen Sabahaddin Obucina beyefendi ile tanıştık. Tanışmadan sonra biz Zambak Tur grubundan ayrıldık. Sırf, Hüseyin Kansu’nun ricası üzerine bizi alıp, babamın doğum yeri olan Priyepolye’ye götürmek için 2-3 saatlik bir yoldan gelen bu beyefendi Priyepolye İslam Meclisi Başkanı idi. Gerçekten ilerlemiş yaşına rağmen hala bir delikanlı gibiydi. Kıyafeti, kibarlığı ve misafirperverliği ile bizleri etkiledi.

Arabaya ben, eşim, kendisi de Priyepolye doğumlu olan Zehra Halam ve bize Boşnakça tercümeler konusunda yardımcı olacak dostumuz Rıfat Ahmetbeyoğlu ile bindik. Aradan çok geçmeden Rudo kasabasından geçtik. Yıllardır Osmanlı Tarihinde çok önemli bir rolü bulunan Sokullu Mehmet Paşa’nın Sırp asıllı bir devşirme olduğu, hatta kardeşinin papaz olduğu anlatılır. Türkler Rumeli tarihini eski Yugoslayva’daki Sırp tarihçilerden öğrendikleri için bazı gerçekleri bilememeleri normaldi tabii. Son dönemde yetişen bazı Boşnak tarihçiler Sokullu Mehmet Paşa’nın aslının Rudo kasabasından olduğunu iddia etmektedir. İlerleyen zamanlarda bu mesele de yeni bilgilerin ortaya çıkması belki de bilinenleri değiştirecektir.

Rudo’yu geçtikten sonra Sabahattin Bey bize eliyle bir binayı işaret etti. Yolun köşesindeki bir terk edilmiş bir mola tesisinde savaş esnasında yaşanan bir olayın anlatılması bizi dehşete düşürdü. Bosna Savaşı esnasında 1992 yılında içi tamamen Boşnak Müslümanlarla dolu bir otobüs bu mola tesisinde çetnikler tarafından durdurularak yolcuların tamamı katledilmiş. Otomobilde buz gibi bir hava esti. Herkes suskundu, şehitlerin mübarek kanları o topraklara sinmişti. Pırıl pırıl bir gökyüzü, güneşli bir gün, yemyeşil bir tabiat olmasına rağmen katliamın manevi ağırlığı ve hüznü hepimizin gönlüne gelip oturmuştu. Üç İhlâs, bir Fatiha okuyarak yolumuza devam ettik. Babamın doğduğu topraklara ulaşmak aslında düşündüğüm gibi hiç neşeli başlamamıştı.

Sırbistan sınırına ulaştığımızda yanımıza gelen bir bay bir bayan sınır polisi pasaportlarımızı aldıktan sonra arabanın içerisine uzun uzun baktı. Tercümanımız Rıfat’a neden vizemiz bulunmadığını sordu. Yanımızdaki Rıfat Bey ayrıntılı olarak elimizdeki Hususi Pasaporta (Yeşil Pasaport) vize gerekmediğini anlattı. Onların gözlerindeki bakışları hiç unutmayacağım. Davranışları hiç de, hoş geldiniz der gibi değildi çünkü. Daha yarım saat önce Rudo civarındaki katliam anlatıldıktan sonra bir de buradaki soğuk muamele savaş zamanında aslında burada neler yaşandığını anlamamız için yeterli ipuçlarıydı.

Her ne kadar Sırbistan 1992’deki gibi ülke değildi artık. Miloşeviç devrilmiş, daha demokratik bir ülke haline gelmeye çalışan bir ülke olmuştu. 2009 eylülündeki Sırbistan hükümetinde Sancaklı bir Boşnak bakan vardı. Sancak Müslümanları Milli Konseyi Başkanı Sancak Müslümanlarının lideri Dr. Süleyman Ugljanin bakan olmuştu. Savaş zamanında aranan ve ülkesinden çıkmak zorunda kalıp Ankara’ya sığınan bu insan artık Belgrad’da bakandı. Sırf bu olay bile konjonktürün ne kadar değiştiğini göstermesi bakımından yeterli bir örnektir.

Sırbistan topraklarına girdikten sonra bir başka heyecanlandım. Ne de olsa yıllardır adını duyduğum, acısını hissettiğim, kavuşma heyecanı yaşadığım ve ailemin köklerinin bulunduğu Sancak bölgesine girmiştim, artık. Her kavuşma aynı zamanda göçün ne kadar acı bir kavram olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu bana.

Saraybosna’dan beri başlayan yeşillik bizden hiç ayrılmamıştı. Her taraf ya orman ya da yemyeşil araziydi. Saraybosna’dan çıkıp Priyepolye’ye gelene kadar geçen üç saatlik bir zamanda yeşil olmayan sadece kahverengi toprak olan bir arazi görmeniz neredeyse imkânsızdır. Geçtiğimiz yolların neredeyse tamamının yanında ise mutlaka bir ırmak akıyordu.

İlk geçeceğimiz Sancak şehri Priboy’du. Burada babamla kardeş çocuğu olan Şuçro Amca ile tanıştık ve görüştük. Amca ile ilk defa görüşmemize ve hatta varlığını bile ilk defa duymamıza rağmen son derece samimi bir şekilde sarıldık birbirimize. Eee kolay değildi göç, kolay değildi 77 senelik ayrılık. Bunu anlatmaya kelimeler kâfi gelmiyor. Şuçro ile benim babam kardeş çocukları imiş. Bunu duyunca o kadar üzüldüm ki. Hadi benim bilmemem normal ama babam ile amcamın bile onları hiç tanımamaları ve bağlantılarının kopmuş olması ne kadar acı bir olay aslında.

Aslında Ahmet dedem 4 erkek kardeşmiş. Ahmet, Aliya, Mehmet ve Hasan. Bunlardan Hasan’ın çocuğu olmamış. Ahmet Dedem 1932 yılında İstanbul’a göç etmiş. Aliya Aginçiç Priyepolye Belediye başkanlığı yapmış. Aliya, bizimle aynı arabada gelen Zehra Halam’ın babası. 2. Dünya Savaşı sonunda 1944 yılında çetnikler, Alman taraftarlığı yaptığı iddiasıyla evinden alıp sokak ortasında şehit etmişler onu. Eşi Esma çocukları Murat, Kamil, Ayşe, Müyesser ve Zehra’yı alıp Saraybosna’ya göç etmiş. Saraybosna’da yaşadıklarından ve Türkiye’ye gelip gittiklerinden dolayı bu beş kardeş çocuğu bizlerle tanışıyor ve görüşüyorlardı.

Ancak Şuçro’nun babası Mehmet Priyepolye’de yaşamaya devam ettiğinden dolayı ve ne kendisi ne de çocukları Türkiye’ye gelmediklerinden dolayı hiç tanışamamıştık. Bu gezi vesileymiş bu buluşmalara. Ayrılık ve Allaha Emanet sözleri bir başka hüzünlendirdi bizleri. Ancak ayrılmanın verdiği hüzün hemen dağıldı. Çünkü yaklaşık 45 dakikalık bir yol sonrası babamın doğum yerine kavuşmanın verdiği heyecan ve kalp çarpıntısı daha ağır basmıştı çünkü.

Priyepolye’ye ilk girdiğimizde bizi Osmanlı’nın bölgeye yadigâr bıraktığı Saat Kulesi karşıladı. Arabadan fotoğraf çekilmek üzere indiğimde 77 yıllık hasrette sona ermiş oluyordu aslında. Evet babamın doğduğu şehre ayak basmıştım. Şaşkınca ve telaşla etrafa bakıyordum. Nereye bakacağımı bilemez bir haldeydim çünkü. Fotoğraf çekildikten sonra Zehra Halam kendi doğduğu evlerinin olduğu Vakıf Camii ve mahallesini işaret etti. Babamın mahallesi ise daha ileride Şaranpo Mahallesiymiş. Terzi olan Ahmed Dedem nerede çalışıyordu acaba. Ne şartlar altında göç etmeye karar vermişti. Beynimin içinde bu sorular dolaşıyordu.

Priyepolye şehri Bosna-Sırbistan sınırına 45 km. mesafede bir kasabadır. Orijinal yazılışı Prijepolje’dir. Osmanlı ise bu kasabaya Prepol demekteydi. Balkanlar’da dolaşırken ya da tarihi araştırmalar yaparken çekeceğiniz zorluklardan bir tanesi de yer isimlerinin farklı söylenişi ya da yazılışıdır. Makedonya, Bosna-Hersek ve Sırbistan’da Roma İmparatorluğu zamanında kurulan şehirlerin isimleri daha sonra Slav kabilelerinin bölgeye yerleşmesiyle değişmiştir. Osmanlı Devleti Balkanlar’ı fethedince kimi şehirler yeni kurulmuş, kimi şehirler büyümüş ve gelişmiştir. Osmanlı daha önce kurulu bulunan bir şehrin ismini genelde değiştirmemiş, telaffuz ederken kendi diline uyarlamıştır. Sancak bölgesi şehirleri olan Prijepolje-Prepol, Sjenitsa-Seniçe, Novipazar ise Yenipazar şeklinde kaydedilmiştir. Plevlja’ya ise Osmanlı Taşlıca demiştir. İşyerimde her gün çeşitli belgelerini gördüğüm bu şehirlerde bulunmak o kadar güzeldi ki.

Daha sonra babamın doğduğu mahalle olan Şaranpo Mahallesi’ne gittik. Buradaki İbrahim Paşa Camii’ni ziyaret ettik. Burada eskiden görev yapan bir akrabamın Hafız olduğunu öğrendim. Babamın evini buldum, fotoğraflarını çektim. Babamın şehit edilen Ali Amcasının yaptırdığı çeşmeyi gördük, oradan su içtik. 1944’te sokak ortasında öldürülen Ali Amca’nın mezar taşının koyulmasına bile ancak komünizm devrinin bitmesinden sonra müsaade edilmişti. Bu ne acıdır yarabbim.

Babamın diğer Amcası Mehmet Bey’in torunu Ertekin ile tanıştık. 77 yıl süren ayrılık bitmişti artık. Şehrin ortasından geçen Lim Nehrine indim, elimi yüzümü yıkadım. Ne Ahmet Dedem ne de babam bu şehirden 1932 yılında göç ettikten sonra bir daha bu şehri görememişler. Bu İstanbul’daki tüm akrabalarımız arasında sadece bana nasip olmuştu. Üzüleyim mi, sevineyim mi, bilemedim. Hem hüzün hem sevinç benimle bir aradaydı.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Balkanlar’ın Makûs Talihi Göç, kitabını yazdım ama altı gün süren Bosna-Hersek ve Priyepolye gezimde göç ne kadar acı bir kavrammış, göç acılarını hem de 77 yıl sonra bir kez daha bizzat yaşayarak öğrendim.

H. Yıldırım AĞANOĞLU

15.10.2009